Muhsin Yazıcıoğlu ölümünden iki yıl kadar önce “ Neden örgütlerinizi kontrol altına almıyorsunuz?” sorusunu , “Bunu önlemek için elimden geleni yapıyorum ama bir yere kadar. Bizim tarlayı çok önceden sürmüşler” diye cevaplamıştı. Birlikte katıldığımız bir TV programının reklam molasında ona bu cümlesini hatırlatıp “Tam olarak ne demek istediğini” sordum. Cevabı hem yalın hem anlamlıydı:
- Çevremizde bizden olmayan ama bizimle olan, hakim olamadığımız bir sürü genç görüyorum. Bizim tarlayı sürmüşler, dediğim işte bu. Ama sürülü tarla sırf bizimkinden ibaret değil.
Her soydan parti
Sinop’ta ve Samsun’da BDP milletvekillerini kuşatıp terör estiren ve sonunda gezinin yarım kalmasını “başaran” gençler büyük olasılıkla sürülmüş tarlaların yeşermiş tohumlarıydı. Her boydan ve soydan ve partidendiler. O yüzden saldırıyı şu ya da bu partiye yüklemek pek doğru değil.
Üstelik sürülü tarlaların sadece Karadeniz kıyılarındaki kent ve kasabalar olduğunu ileri sürmek de yanlış. Karadeniz tarlaları belki daha bitek, daha verimlidir ama İzmir’de BDP konvoyuna fırlatacağı taşla birlikte görüntülenen düşük kemerli, göbeği açıkta sarışın genç kadın ile Sinop’ta taş atan, otomobil tahrip edenler arasında uçurumlar mı var? Hrant Dink’in öldürülüşünden sadece 14 gün sonra Afyon Atatürk Stadyumu tribünlerinde beyaz bereler takıp “Hepimiz Ogün’üz, hepimiz Samast’ız” diye haykıranlar ile Sinop ve Samsun’daki gözü dönmüş, “milli histeri geçiren” kalabalıktakiler birbirlerinden çok mu farklı ?
Türkiye Sinop ve Samsun’daki olaylardan yola çıkarak kabaran, ırkçılık sınırında dolanan ve alabildiğine saldırganlaşmış bir milliyetçiliği tartışıyor.
Kimileri sayıları birkaç yüz kişiyi aşmayan saldırganlara devletin güvenlik güçlerinin müdahale edip anında susturmamasını eleştiriyor; kimileri saldırganlar arasında hangi partiden kaç kişi bulunduğunu saptama çabasında; kimileri saldırgan ve şoven ve provokasyonlara açık milliyetçilikle (kaka milliyetçilik!), milletini seven ve milli çıkarları savunan milliyetçilik (cici milliyetçilik!) gibi kategoriler yaratıp aralarına duvar örme gayretinde...
Peki tartışma bu sınırlar içinde sürdürülür, bu sığlıkta yürütülürse ne elde edilebilir, ne gibi bir sonuca varılabilir? Sinop ve Samsun’da devletin güvenlik güçleri, valisi filan basiretli ve hukuk devletinin gereklerine uygun davransalardı sorun çözülecek, tehlike savuşturulacak mıydı?
Eğitim sistemi
Peki sorunu bir güvenlik sorunu sığlığında ele almayıp basit bir provokasyonla harekete geçen “sürülmüş tarlalar”ın boy vermiş tohumlarında aramak çok mu anlamlı ?
Pek çok kıdemli ve kıdemsiz siyasetçinin bilerek bilmeyerek, kaba ya da ince ama sürekli milliyetçilik pompaladığı bir ülkede değil miyiz? Eğitim sistemimizin hemen her kademesinin ilk okuldan son okula kadar ırkçılığa hiç de uzak durmayan bir milliyetçilik aşısını eğitim sisteminin omurgası kıldığını gözardı edebilir miyiz?
Birkaç örnek:
Yerli yersiz söylenmekte olan 10. Yıl Marşındaki “Türküz, Cumhuriyetin / göğsümüz tunç siperi / Türke durmak yaraşmaz / Türk önde, Türk ileri...” dizelerini dinleyen bir Kürt ya da bir Ermeni ya da bir Rum ya da bir Yahudi yurttaş ne hisseder? Kendisinin “en önde ve en ileride” olduğunu; kendisine “durmanın yaraşmayacağını” mı?
Marşlar ve andlar
Harbiye marşındaki “Yıldırımlar yaratan bir ırkın ahfadıyız” dizesindeki “ırk” hangi ırktır?
Okullarda öğretilen marşlardan birinde “Adımız andımızdır / yoluna can koyarız/ Türk olmayı en büyük şeref / En büyük şeref ve şan sayarız... Türküz, Türküz dedikçe / kalbimiz almakta hız / Türk olmayı en büyük şeref / En büyük şeref ve şan sayarız” deniyor. Bu marşı öğrenen körpe beyinler Türk olmayana hangi gözle bakar ve “en büyük şeref ve şan” sahibi olmak için Türk olmanın yeterli olduğunu bilincine kazımaz mı?
Her sabah milyonlarca çocuğumuzun yüksek sesle içtiği “And”da “Türküm, doğruyum, çalışkanım...Yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir... Varlığım Türk varlığına armağan olsun...” denmekte. Bu sözler insanı mı öne çıkarır yoksa milliyetçi duyguları mı besler?
Soruları uzatmak mümkün ve kolay.
Siyasilerin payı
Ancak Sinop ve Samsun’daki olayların yarattığı kaygının (tabii böyle bir kaygı duyanlar için) beslendiği kaynak sorgulanmadıkça yeni Sinoplar, yeni Samsunlar yaşanmaması mümkün mü?
Sözün özü: Rüzgar ekince fırtına biçileceği bilgece bir halk deyişidir. Sinop’ta ve Samsun’da biçilen, o sürülmüş tarlalardaki boy vermiş tohumlardır. Bugün, Samsun’da, Sinop’ta BDP milletvekillerinin karşılaştıkları saldırıları kınayan siyasilerin tümünün de payı vardır tarlanın sürülmesi, tohumun atılmasında.
Öte yandan, şu günlerdeki barışçı çözüm çabalarından kuşku duyanların ya da böyle bir çözüme açıkça karşı olanların Karadeniz bölgesindeki olayları “Milliyetçi tepki” olarak görmeye, göstermeye çalışmaları da aynı değirmene su taşıyor. Öne atılan, öne sürülen o öfkeli ve denetimsiz “çocuklar” böyle kritik dönemlerin yedek güçleridir. Bölgenin insanlarının kaygıları, kuşkuları, korkuları olabilir ama barış ve huzur umutları çok daha güçlüdür. Şer tohumlarını atanlar şimdi bu korkuları, kuşkuları yenmekle yükümlüdürler.
AYDIN ENGİN
1941’de Ödemiş’te doğdu. Ortaöğrenimini 1957’de Ödemiş Lisesi’nde tamamladı. Bir süre İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde öğrenim gördükten sonra tiyatro oyunculuğu ve oyun yazarlığı yaptı. 1969’da gazeteciliğe başlayan Engin, tutuklandığı 12 Mart darbesinin ardından, Türkiye Sosyalist İşçi Partisi’nin kurucuları arasında yer aldı. 1980 darbesinde de tutuklanan Engin, yanlışlıkla tahliye edilince yurtdışına giderek 12 yıl boyunca siyasi mülteci olarak yaşadı. 1992’de çıkan kısmi aftan yararlanarak yurda dönen Engin, kısa süren cezaevi günlerinin ardından gazeteciliğe ve köşe yazarlığına yeniden başladı. Engin halen mesleğini çeşitli yayın organlarında sürdürüyor.
İrtibat telefonumuz: 0212 337 92 03. Mail adresi: