Aysun Kayacı yalnız sayılmaz; hani, şu söylediğinde: “Benim oyumla çobanınki nasıl aynı oluyor”. Pek çok kişinin paylaştığı zihin-altı bir kavrayış bu. İçinden geçirip açıkça söylemekten çekinenlerin de olduğunu etrafımızdan biliriz. Bunu, seçim veya halk oylamalarında beklediğini bulamayan ve bu yüzden şaşıran bir kısım “okumuşların” tipik refleksi olarak görmek mümkündür. Çünkü bu çerçeveden yapılan seçim analizi, yukarıdan bakan edayla bazen “Hasolar, Memolar”, bazen “ayak takımı”, bazen de “baldırı çıplaklar” denilen halkın (belki çoğunluğun diye okumak gerek) cehaletine bağlanarak dipteki asıl gerçek nedenlere inmez.
Üstelik bu inandığını, sahip olduğu siyasi üstünlüklerini kullanarak sokak eylemlerinde, tv programlarında, gazete köşelerinde, e-postalarda, tartışma forumlarında velhasıl imkân bulduğu her ortamda gür sesiyle bağırmaktan geri durmayan ve incitici dil kullanmaktan çekinmeyen tutumuyla açıklamaya çabalar. Böylesi bir anlayışın götürdüğü -sanırım “sakat”- sonuç şudur: Kendini avamdan ayrı bir kültür evreninde gören elitler “üstün vasıflarından dolayı” seçilmelidir; geri kalan diğer kesimler ise “aşağı” oldukları için yönetilmelidir.
Peki öyle olsa seçimler nasıl olurdu? Yani bir an için, çobanın içinde yer aldığı geniş halk kitlelerinin seçkinlerle oylarının eşit sayılmadığı bir seçim düşünsek. Aslında bunun cevabı, yakın tarih okumalarından çıkar; çünkü böylesi seçimler 1946 yılına kadar vardı. Yani bu, bizlere, geçmiş zamanın “iki dereceli seçim” sistemini hatırlatıyor. Şimdi uyguladığımıza, malum, “tek dereceli seçim” diyoruz.
İKİ DERECELİ SEÇİM
İki dereceli seçim sistemi, Osmanlı’nın son dönemi ve Cumhuriyet’in ilk çeyreğinde ülkemizde uygulanan bir sistemdi. Eğer böyle bir sistem şimdi olsaydı; seçmenleri ikiye ayırmak gerekecekti: birinci seçmen (müntehib-i evvel) ve ikinci seçmen (müntehib-i sani) diye. Birinciler önce ikincileri; ikinciler de sonra doğrudan milletvekillerini seçecekti. Yukarıda metaforu kullanılan çoban da böyle bir ayrımda ancak birinci seçmen olabilecekti.
Geniş yığınları temsil eden birinci seçmenlere karşılık, ikinci seçmenlerin sayısı oldukça azdı ve bir zümre olarak bazı müşterekleriyle kendiliğinden seçkinleri temsil etmekteydi. Zaten, genellikle ikinci seçmenlerin sosyal sınıfı (örneğin eğitimci, avukat gibi) ile TBMM üyeleri arasında büyük benzerlikler olurdu. Yalnız bu sistemin belki de en önemli eksiği işte bu azlığından kaynaklanır; çünkü bu, milletvekillerini doğrudan seçecek ikinci seçmenlerin tercihlerini müdahale etmeyi kolaylaştırıyordu.
DENETLEME ÖNEMLİ
Örneğin, benim inceleme konum olan Adnan Menderes’in 1931 seçimlerinden milletvekili çıkarken, aldığı oy sayısı sadece 482 idi. Dolayısıyla bu tür seçim sisteminde sonuçları denetleme amacı önplana çıkardı. Bir başka deyişle, mevcut yönetici tabaka kendini bu az sayıdaki ikinci seçmenlere tasdik ettirirdi.
Bu sistemin o sıra bir süre daha savunulmasında temel gerekçe halkın siyasi olgunluğa henüz erişmediğiydi. Fakat o vakit bile, eninde sonunda, zaman zaman şimdiki gibi doğrudan ve aracısız seçim sistemine yani tek dereceli sisteme geçileceğinin altı çizilmişti. Örneğin o dönem tek parti olan CHP’nin 1931’deki kurultayında tek dereceli sisteme geçmenin partinin nihaİ hedefi olduğu belirtiliyordu. Geldiğimiz noktada ise halkın rüştüne dair kuşku uyandıran bir şeyler söylüyor olmak, çağdaş demokrasi anlayışlarını henüz sindirmediğimiz anlamına gelir.
1946’da geçilen tek dereceli seçim sistemi, teknik açıdan herkesi seçimde eşitlemiştir. Buna rağmen kendi siyasi tercihini üstün gören bir kesim bugüne dek hep var oldu. Ne var ki, girişte sözünü ettiğimiz bu zihinsel sorun onların çağı okuyamamak gibi kendilerine çizilen imajlarıyla uyumlu gözükmeyen bir nedenden kaynaklanıyor. Bu açıdan, artık kronoloji ne derse desin, felsefi anlamda onların daha geride olduklarını kabul etmek bile gerekecek. Zira şu anda atlanmaması gereken nokta şudur: Eğer siyaset, bilimsel anlamda kısaca devlet yönetimi demekse, sıradan insan da şöyle ya da böyle pekâlâ devlet yönetimi hakkında görüş sahibidir.
KAHVEHANE KİŞİLERİ
Teorik anlamda değilse de, kendi yaşadıklarıyla siyasetin içindedir. Bunu anlamak için bir köy ya da mahalle kahvehanesinde konuşulanlara kulak kabartmak kâfidir. Kendisini faraza başbakan veyahut tarım bakanı yerine koyanlar çok olur. Söz gelimi başbakan olarak su kanalları yapar veya tarım bakanı olarak köylülere kolay kredi imkânları sağlar. Böyle konuşanların yaptıkları düpedüz siyasettir aslında. Dolayısıyla oy veren bu sıradanların tercihinde kendince sebebi vardır: Belki anlamasa da ideolojik olarak yakın hissettiği için... Bazı hassasiyetleri paylaştığı için... Gururunu okşayan ve duymak istediği sözleri sarfeden lidere sahip olduğu için... Maaşında iyileşme gördüğü için... Dükkânında işleri kesat olduğu için... Vesaire, vesaire...
HAYATIN YANSIMASI
Her nasıl olursa olsun bunun gibi her bir gerekçe o kişiyi bağlayan çok anlamlı bir realitedir. Yani kişiler, biraz da kendi hayatına dair siyasetin yansımalarına göre oy kullanır. Onun anlam dünyasında çok önemli yeri olduğu için ayrıca saygıyı hak eder.
Böyle bir çoğunluğun demokratik yönetimde siyasete tek aktif katılım yeri de, seçim vaktinde önüne konan sandıktır. O gün geldiğinde vereceği mesajla sandığı ne kadar etkili kullanabileceğini gösterir. Dolayısıyla, hafife alınan o sıradan kişi, gözden düşen seçilmiş bir milletvekilinin uzun süre unutup sadece tekrar seçim vaktinde yanına geldiğinde adeta bir gözdağı gibi savurur o sözünü: “Seçimlerde görüşürüz”. Hadi diyemedi ve bıyık altı bir gülümsemeyle geçiştirdi; işte o vakit, sandıkta oyunun rengiyle söyler ne söyleyeceğini.
Anlayış gücü
Belki bu yüzden gerçekten bir “sessiz çoğunluktan” söz edilmelidir. O sessiz çoğunluk yola getirilmeyi, yönlendirilmeyi sevmez. Çünkü bu, onu “bilmezsin, anlamazsın” demenin bir başka biçimidir. Kendini dikkate almayan elitist ve otoriter yönetimlere sırtını döner; kendini kendi halinde rahat bırakacak parti ya da adaylara yönelir. 1950’de Menderes, 1965’te Demirel, 1983’te Özal’ın yükselişleri biraz da bundandır. Yönetim şeffaflaştıkça o sessiz çoğunluk ülke siyaseti konusunda artık çoğu şeyden haberli olarak, anlayış ve seziş gücüyle siyasi tercihini belirlemektedir.
Seçkinci tavrını bırakmayacak başta siyasi partiler olmak üzere tüm siyasi eğilim ve oluşumlar da, sözü geçen sessiz çoğunluğun kendilerini şaşırtmaması için dikkate alacakları husus bellidir: Bu da, onları her şeyden önce kaale almak olacaktır. Parlamenter-vekaletçi demokrasiye asgari olarak sahip çıkmanın yolu da bu.
Doç. Dr. Süleyman İnan
Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi Tarih Bölümü’nden mezun olan Süleyman İnan, 1997’de yüksek Lisansını; 2003’te de doktora çalışmasını tamamladı. 2008’de ise doçent oldu. 1997’den beri Pamukkale Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan İnan’ın, Türkiye’nin yakın tarihi, tarih yöntemi ve biyografi üzerine yayımlanmış kitap ve makaleleri vardır.
İrtibat telefonumuz: 0212 337 92 03. Mail adresi:dsazak@milliyet.com.tr