İKİ ayrı arkadaşımın başına, aynı olay geldi.
Bir gün Emniyet Müdürlüğü Oto Hırsızlığı Bürosu tarafından arandılar:
“Arabanız çalıntı, el koyuyoruz. Elinizdeki tüm evrakları getirin”
Biri arabasını 1,5 yıl önce, diğeri neredeyse 3 yıl önce almıştı.
İkisi de gelen telefonla şok yaşadı.
Arabalarına el koyulacağından ürktüler ve ürkmeleri sonucu değiştirmedi. İkisinin de arabasına el konuldu.
Biri davayı açtı, diğeri karşı tarafla anlaşamazsa ki, hala karşı tarafı bulmak için iz sürüyor, dava açmaya hazırlanıyor.
Bir ülkede devlet politikası, “Üretimi artırmanın önünü açmak ve bu yolla istihdam yaratmak” üzerine kurulur. En genel tarif sanırım budur.
Türkiye ise inanılır gibi değil, neredeyse tersi.
Nasıl yapıldı, nasıl başarıldıysa üst üste farklı alanlarda üretim gücümüzü kaybettik.
Pamuktaki üstünlüğümüzü yitirdik, tütünde son sıralara yerleştik, canlı hayvanda yine ülkeyi ithalata mahkum ettik ve öğreniyorum ki kağıdın hammaddesi selülozdaki üretim gücümüzü de tamamen kaybetmişiz.
Demek ki bugün rekor işsizlik rakamları da özünde, zamanla altımız oyularak böyle ortaya çıkıyor.
Türkiye kağıt üretimine 1936’da İzmit’te kamu iktisadi kuruluşu olarak SEKA’nın kurulmasıyla başladı. Ardından SEKA’lar uzun yıllar Türkiye’nin kağıt ve selüloz üretiminde dinamo görevi gördü. Daha sonra SEKA’ların sancılı özelleştirmeleri yaşandı ve özelleştirmeyle birlikte ülkede selüloz üretimi de tamamen durdu.
Kağıt sektörü hammadde açısından yüzde yüz dışa bağımlı hale geldi. Yaklaşık 50 yıllık güç bitirildi.
YIL 1987. Sokakta terk edilmiş halde bulunan biri kız biri erkek bebek, polisler tarafından Behçet Uz Çocuk Hastanesi’ne getiriliyor.
Bebekler yeni doğan servisine yatırılıyor. Kız bebek belli ki diğerinden çok daha zor koşullarda bulunmuş.
Yaşaması güç, çok zayıf, öldü, ölecek.
O kadar küçük ki, dönemin başhekimi Dr. Şükrü Cangar, ekibiyle birlikte ona “Damla” adını koyuyor, yaşaması için sürekli başındalar. Bir süre sonra bebek kendini toparlamaya başlıyor. Ekip o kadar seviniyor ki, Damla’nın yaşamasını pasta kesip kutluyorlar
Bir süre sonra NATO’da görevli Amerikalı bir aile evlat edinmek için hastaneye müracat ediyor. O dönemde yasalar gereği, hastanenin uygun raporuyla evlat edinilebiliyor.
Aile daha sağlıklı görünen erkek bebeğe yöneliyor. Şükrü Hoca belki de bebeğin çok zor koşullarda bulunmasının da etkisiyle, kız bebeği almalarını tavsiye ediyor. İşlemler yapılıyor.
Daha sonra Amerika’ya dönen aile, kızlarını, Damla’yı da yanında götürüyor.
‘Turizm kenti’ dediğimiz İzmir’i turizmden koparmak için yıllar boyu her yolu denedik adeta.
Bugün kentin içinde turisti gezdirmek, labirentte gezdirmeye benziyor. Çok zor.
Kentin merkezinde sadece Kordonyolu’muz var. Onun da, turistler açısından ne kadar unutulmaz bir cazibesi vardır acaba?
Hani “Bir kent nasıl bu kadar turizmden uzaklaştırılır, işi zorlaştırılır” konulu yarışma düzenlense, İzmir birinciliği kimseye bırakmaz.
Elbette İzmir adına önemli birkaç sorudan biri “Kent merkezine turisti nasıl çekeceğiz” olmalı.
Turizm öyle bir alan ki, kazanabileceğini gören herkese yaptığı işin çehresini değiştirtiyor. İvme bir yerden başlayınca bir süre sonra bambaşka görüntüler ortaya çıkıyor. Alaçatı mesala, buna iyi bir örnek.
Evet, İzmir nihayet EXPO’dan kalma rüzgarın etkisiyle biraz kıpırdadı. Biraz... Kent adına birkaç proje düşünülüyor.
Pierluigi Picco, yaklaşık dört yıldır Türkiye’de karşılaştıklarını, yaşadıklarını tipik bir İtalyan edasıyla, hızlı ve heyecanlı anlatıyor. Bianco Ailesi’nin kurduğu Bitron Grubu, dünya genelinde 13 fabrikada üretimini sürdürürken, beyaz eşya ve otomotiv için elektromekanik component üretimini gerçekleştiriyor.
Grup yaklaşık 25 yıl önce Türkiye ile Arçelik’e mal temin ederek tanışmış.
Yatırım kararında ise, bir başka beyaz eşya devi olan Vestel ile ilişkilerin gelişmesi etkili olmuş.
Türkiye’de 2005 yılında yatırım kararı alan, 2007’de Manisa’daki fabrikalarında üretime başlayan İtalyan Bitron Grubu bugün Türkiye’nin devleri Vestel, Arçelik Tofaş ve Toyota için component üretimini sürdürüyor.
Bitron Türkiye CEO’su Pierluigi Picco, Vestel’e de mal üretme fırsatı doğduğunda, yatırım yaptıkları Türkiye’ye bu yıl İtalya’daki bazı üretim hatlarını da taşıyacaklarını söylüyor.
Aslında Picco’nun anlattıkları, Türkiye ve Ege açısından çok önemli. ‘Neler anlatıyor, ne kadar sert konuşuyor’ diyorsunuz ama bu uyarılarının arasında, özünde umutlu bir yön de var. İtalya’da Avrupa Birliği’nin koşullarından sıkıntı duyan birçok üreticinin Türkiye’ye gelmeyi düşündüğünü, buna sık tanık
YOĞUN gündeme kurban gitmezse Başbakan Erdoğan, 12 Haziran’da “Ulusal İstihdam Stratejisi”ni açıklayacak. Bu tarihi, bizzat Başbakan verdi.
Son yaşanan gerilimli olaylar biraz gölgede bıraksa da, büyük işsizlik sorunuyla boğuşan Türkiye için haziran ayının ortası kritik hafta olacak. Yine Başbakan’ın açıklamasına göre Türkiye’nin işsizlik rakamı bu stratejiyle yüzde 14.4’ten yüzde 10’a düşürülecek.
Bu da en az 1 milyon kişiye iş demek.
Ancak kriz döneminde de işsizliği azaltmak adına alelacele formül yaratan iktidar, “Toplum Yararına Çalışma Programı”nı ortaya koymuştu. Programla geçici olarak, park ve bahçelerin, okulların temizliği gibi alanlarda iş yaratılmış, görkemli açıklamalarla başlatılan uygulama, çalışanlara yetenek, iş becerisi kazandırmadığı için fiyaskoya dönüşmüştü. Hala programın son projeleri devam ediyor ve bu kapsamda örneğin İzmir’de 79 proje ile bin 357 kişi çalışıyor görünüyor. İzmir’in işsizlik sorununun yanında rakam gülünç ve üstelik üç ay sonra bu kişilerin yine hepsi işsiz kalacak!
Evet, bu kez Hükümet, çok daha iddialı ve kapsamlı bir strateji sergileyeceğini açıkladı.
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın koordinasyonunda üç kez
“ATEŞ düştüğü yeri yakar...”
Şehitlerin ardından, canları yanan aileler için söyleriz bu cümleyi ve farkında olmadan kendimize de mesafe yaratırız belki de...
Üzülürüz üzülmesine, içimiz de acır ama yanan biz değilizdir.
Ateşin düştüğü yer!
Onlar, canlarını yitirenler, ömürleri boyunca o ateşin yaktığı yerdedirler.
Bizler, bir, iki gün... Sonra, sonra hayat devam eder.
Bizimse kayısı çiçeğimiz, çiçeklerimiz yanımızdadır.
Özelleştirmeden Çamaltı Tuzlası’nı 21 yıllığına devralan spor camiasının tanınan ismi Nevzat Demir, ülkenin bu en büyük deniz tuzlasını genç mühendis Çağatay Dolunay’a emanet etti
Büyüklüğü, üretim gücü, hazır pazarı nedeniyle İzmir Çamaltı Tuzlası’nın özelleştirme süreci uzamış, tanınmış grupların katıldığı son ihalede kıyasıya rekabet yaşanmıştı.
Yaklaşık beş ay önce, Fırat Pen’in sahibi, spor dünyasının tanınan ismi Nevzat Demir, Binbir Gıda Tarım Ürünleri şirketiyle özelleştirmeden Çamaltı Tuzlası’nı satın aldı ve yöneticileri kapılarını ilk kez Milliyet Ege’ye açtı.
Bugüne kadar havuzlarını gördüğüm Tuzla’yı ben de detaylı gezme fırsatı buldum.
Yaşam alanlarının olduğu yer, daha çok terkedilmiş Rum köyüne benziyordu. Belki de İtalyan köyü demek daha mümkün.
Evet 1863’de İtalyanların kurduğu tesiste o günlerden kalma izler var. Deniz kenarında birçoğu terkedilmiş lojmanlar, İtalyanların yaptığı dökük ama çarpıcı mimarisiyle dikkat çeken köşk, terk edilmiş okul, terk edilmiş dispanseriyle Tuzla’nın bu bölümünde görüntü ilk başta hüzünlü.
Burası bir zamanlar muhtarlığı da olan bir mahalleymiş; Tuzla Mahallesi.