Futbol Federasyonu Başkanvekili Hüsnü Güreli’nin katıldığı bir televizyon programında yaptığı çarpıcı açıklamalar, Türk futbolunu nasıl bir tehlikenin beklediğinin altını çiziyordu ama, bir kulaktan girip diğerinden çıktı yine. Medyanın önemli bölümü, gereken duyarlılığı göstermedi.
Futbolu yöneten ekip içinde mali işler, kulüp lisans ve finansal fair-play’den sorumlu Güreli’nin “Deniz bitti, artık farkına varmalıyız” uyarısı, borç batağındaki kulüplerin yakında FIFA’dan çok sert yaptırımlar alabileceğine işaret ediyor aslında. Düşünebiliyor musunuz; FIFA’da futbolcu alacakları nedeniyle en çok anlaşmazlık dosyası bulunan ülke Türkiye. Sadece Süper Lig’den 199 dosya var. Bunların borç toplamı 17.5 milyon euro. 1. ligde ise 20 milyon euroluk dava bulunuyor. Güreli’nin dediğine göre bu dosyaların yarısı hakkında karar çıkmış. Yakında kulüplere tebligat yapılır. Nasıl olsa alışmışız, üretmeden, katma değer yaratmadan, kaynak bulmadan borcu borçla kapatmaya. Ama bu kez kazın ayağı öyle değil, durum vahim!
Tehlike çanları
Futbol Federasyonu mali fair-play denetimlerinde hoşgörülü davranıp, bazı kulüpleri idare etse de, FIFA kimsenin gözünün yaşına bakmıyor. Tehlike kapıda; bugüne dek
Futbol niçin dünyanın en popüler sporu? Çok konuşulduğu için kuşkusuz. Yüz milyonlarca euroluk transferleri, her ülkede ayrı tatta yaşanan rekabeti, hakem hataları, yönetimleri, ateşli taraftar grupları...
Peki kim konuşuyor futbolu? Sokaktaki vatandaş, ekrandaki yorumcu, gazeteci, futbolcu, teknik adam, siyasetçi, hatta bu konuda fetva veren din alimleri!
Hâl böyle olunca, insanların sosyal yaşamdaki en büyük ilgi odağı futbolun bütçesi de büyüyor. Sponsorlar, başarıya endeksli devasa gelirler, gün geçtikçe büyüyen yayın pastası, bahis oyunları, dudak uçuklatan bonservis bedelleri, teknolojik yenilikler, yerkürenin en cazip oyunu hâline getiriyor futbolu. Futbol sayesinde dünyada 1 milyara yakın insan ekmek yiyor.
Böyle bir sektörü kontrol altında tutmak da gün geçtikçe zorlaşıyor. Kurallar, yaptırımlar, mali denetim, fair-play söylemleri; futbolun doğasını ve ruhunu korumak adına yapılmak istenen onlarca şey.
Genelden özele, ülkemize çevirirsek projektörü, ekonomik açıdan Avrupa’nın en güçlü altıncı ligi olduğumuz görülüyor. Futbolumuzun en çok konuşulan paydaşının ise hakemler olduğu ortada. Büyük yatırım yapan kulüpler hata istemiyor. Kendileri teknik direktör seçiminde, futbolcu
Şenol Güneş’in eğitimcilikten gelen en önemli artısı, kıvrak zekası ve pratik düşünmesi... Beşiktaş’ın Antalya kampında meslektaşlarımız soruyor: “Arda Turan’ı ister misiniz?”
“İstemem, sistemime uymaz” diye geçirse de içinden, soruyla yanıt veriyor: “ Beşiktaş, Arda’yı Messi’yi aldı, hayır mı diyeceğim?” Çıkarın cümlenin içinden Messi’yi, alın size “Şenol hoca Arda’yı istedi” manşetleri!
Messi’nin transferi ne kadar imkansız ise, Arda’nın Beşiktaş’a transferi de o kadar uzak, şeklinde anlıyorum bu yanıtı. Realiteye gelince, Arda Turan’ın güçlü ve oldukça çalışkan (!) bir lobisi var. Pazarlama işini pek çok şirketin CEO’sundan iyi biliyorlar. Barcelona macerası düşünüldüğü gibi gitmeyince, son resmi maçını milli forma altında oynayan Arda’yı önce magazin medyası üzerinden canlandırıp, ardından hâlâ ne kadar değerli bir oyuncu olduğunu, transfer dedikoduları üzerinden hatırlatma gayretleri takdir edilmeli.
Lakin, vaktinin çoğunu antrenmandan çok sosyal medya hesaplarının başında geçiren Arda’nın, son bir yıl içinde hangi olaylarla gündeme geldiğini, futboldaki becerisini saha dışına nasıl taşıdığını hafızalardan silmek zor. En iyi dönemlerinde Aziz Yıldırım ile yakınlığı,
“Tabanı olmayan spor, emek batakhanesidir...” Türk futbolunun aykırı ismi, kimine göre anarşist, bazılarına göre sosyalist Metin Kurt’un bu sözleri, günümüz aktörleri için bir anlam ifade etmeyebilir. Futbolun; para, lüks araba ve ışıltılı bir yaşam için oynandığı inanışının hakim olduğu sistemde, örgütlenmenin, sendikalaşmanın veya bir dernek çatısı altında toplanmanın gereksiz olduğunu da düşünebilir çoğunluk.
Devrimci dünya görüşü ve söylemleri nedeniyle Galatasaray gibi bir camiadan adeta sürgüne gönderilen Kurt, yetmiyormuş gibi her dönemde “sendika” sözcüğünden rahatsız olan hastalıklı zihinler tarafından futboldan da aforoz edilmişti.
Transferde falların açıldığı, şampiyonluk yarışının kızıştığı, rekabetin tavan yaptığı, iddaa kuponların umut olduğu bir futbol düzeninde, bayram değil seyran değil, nereden çıktı Metin Kurt ve sendikalaşma diye sorabilirsiniz.
Trabzonspor ile sözleşmesini haksız fesih ettiği için önce 6 ay futboldan uzaklaştırılan, ardından Tahkim Kurulu’nca özgürlüğü iade edilen ve hak edişlerinin tarafına ödenmesine hükmedilen Özer Hurmacı’nın, bir gazetede satır aralarına sıkışan çağrısı dikkatimi çekmişti.
Hurmacı futbolcu arkadaşlarına şöyle seslenmişti:
Geçmişe ve o dönemin hatalarına takılı kalmak, günün gerçeklerini değiştirmez. Trabzonspor’u geleneksel rotasından saptıranların, Karabükspor maçından sonra çıkarmaları gereken dersler olmalı. Başkanından kulüp müdürüne, oyuncusundan masörüne ve hatta taraftarından medyasına, futbolun söylem değil, eylem sektörü olduğu gerçeği kabul edilmeli.
Öte yandan, psikolojik olarak dip yapmış takımı ayağa kaldırmak ve yarışa dahil etmek, her babayiğidin harcı değil. Bu yüzden, Rıza hocanın maç maç ilerlemesi ve düşüncesini futbolcularına işlemeye çalışması kolay değil, zaman ister.
Öncelikle şunu söyleyelim; kağıt üzerinde kadronuz sizi favori gösterse de, kalitenizi sahaya yansıtamaz, bu tip maçlarda sakin kalmayı beceremezseniz, takım ruhunu hissetmek ve iddianızı sürdürmek anlamında eksikleriniz var demektir.
Maçın aktörleri, kaybedeceği bir şey kalmayan lig sonuncusu Karabükspor ile, her karşılaşmayı final niteliğinde gören Trabzonspor olunca, stresli ve haddinden fazla sert bir mücadele izledik. Ev sahibi ekip önde pres yapıp rakibin oyun kurgusunu bozmaya çalışırken, 25 dakikalık bir bocalama yaşadı Trabzonspor. Boş alan bulmasına rağmen etkili silahları devreye giremedi. Yusuf, Okay
Igor Tudor’un Galatasaray’a geliş şekli de hoş değildi, gidişi de öyle!... Oysa ne diyordu Başkan Dursun Özbek 16 Şubat’daki imza töreninde, Karabükspor kulübünü hedef alarak, “Kimsenin Galatasaray’a etik ya da ahlak dersi vermek gibi bir haddi yoktur. Kim olursan ol, sen Galatasaray’a bu tür ifadeler kullanamazsın.”
O gün, “Ligin abisiyim, neyin etik olup olmadığına ben karar veririm” edasındaki Özbek, Hırvat teknik direktörü gönderirken aynı duruşu gösteremiyordu.
Belli ki, Tudor’u savunacak argümanı kalmamıştı başkanın. Seçim kararını açıkladığı basın toplantısında “dokuz puan farkta bile Tudor’un geleceği tartışıldı” cümlesini kurarken, bu sezon Galatasaray’ın en yakın rakibine sadece 6 puanlık bir üstünlük sağladığını hatırlayamayacak kadar da kafası yoğundu!
Aynı Özbek, çok değil birkaç gün önce Fatih Terim adı fısıldanmaya başladığında “Kendisi çok sevdiğim bir hoca. İki aydır Terim etrafında bir tartışma dönüyor. Bu ona zarar veriyor. Neden sembolleşmiş bir ismi yıpratmaya çalışıyoruz ki?” tepkisini veriyordu.
Tudor’u gönderen taraftar ve medya, bu kez Terim’i yıpratmaya çalışıyordu başkana göre! Oysa duayen spor yazarları (!) Fatih Terim ile görüşüp Galatasaray’ın
Kazanma alışkanlığı edinmek kolay iş değil. Daha zor olanı ise, bu alışkanlığı sürdürebilmek. Trabzonspor uzun zamandır böyle bir istikrar yakalayamamıştı. Seri galibiyetler peşi sıra gelince camianın havası, yöneticilerin söylemleri değişti ama, sahadaki takımın psikolojisi henüz böyle bir gelişime hazır görünmedi. Bu da oyuncuların saha içindeki diyaloglarına gerginlik olarak yansımaya başlamış ki, tehlikeli bir durum!
Dün akşam Bursaspor karşısında hırslı, istekli, buna karşın zaman zaman tehlike yaratacak top kayıpları yapan bir Trabzonspor vardı. Rakibin önemli oyuncularından eksik olması dezavantaj gibi görünse de savunmada çabuk çoğalması, ev sahibi ekibin hücum alternatiflerini azalttı. Trabzonspor bu bölümde ısrarla Pereira ve Abdülkadir’in bulunduğu sağ kulvarı kullanırken, ters tarafta Mas ile N’Doye aynı beceriyi gösteremeyince, Burak’ı pozisyona sokmak zorlaştı. Gol için iki seçenek kaldı. Duran top organizasyonu veya fırsatını yaratınca kaleyi yoklayacak etkili şutlar. Yani kişisel yetenekler devreye girecekti.
İkinci yarının hemen başında tribünler ayağa kaldıran, takımını ateşleyen isim Yusuf Yazıcı oldu. Nefis bir sol ayak plasesi, jeneriğe geçecek haftanın golüne
Dilimizde tüy bitti, yıllardır aynı şeyleri konuşmaktan. Futbol kulüpleri çiftlik, seçilenler de ağa olamaz diye.
Özellikle Anadolu’da ve kurumsallaşmamış kulüplerde yaşanan ekonomik sıkıntıların temelinde, bu felsefe yatıyor maalesef. Ali Şafak Öztürk’ün ismini, Antalyaspor başkanlığına seçildiğinde duydu camia. Genç, idealist, kulübü süper lig standartlarında sınıf atlatacak gözüyle bakılıyordu kendisine.
Sonra ne oldu? Geçmiş yönetimlerin popülist yaklaşımından etkilenen Öztürk, ancak 1.5 sene dayanabildi. Alacaklılar, transfer taksitleri, vergi ve prim ödemeleri sıraya girdi.
Borcu borçla döndürme geleneğinin sıkıntıya süreklediği onlarca kulüp sayabiliriz liglerimizde. Tıpkı Trabzonspor’un yakın geçmişte yaşadığı dram gibi.
Peki bu kulüpler, Türkiye Futbol Federasyonu tarafından denetlenmiyor mu? UEFA’nın mali fair-play kriterleri liglerde geçerli değil mi? Her sezon UEFA lisansı alan kulüpler açıklanmıyor mu?
Şartlı denetim!