Yaz denince tarifsiz bir duygu kaplardı içimizi. Keyif demekti çünkü yaz, tatil demekti, keşmekeşten ari, karmaşadan uzak olmaktı. Değişen onca şey gibi yazlar da değişti artık. Darbe teşebbüsleri, virüsler, göçmenler, yangınlar, seller, yitip giden düşler…
Günlerdir ciğerlerimizi yakan, soluksuz bırakan yangınlardan sonra hayallerimiz de suya düştü, düşmekle kalmadılar, boğuldular. Karadeniz’de meydana gelen sel felaketi onlarca can aldı, yüzlerce ev, sular altında kaldı. Koskoca bir afetten geriye kalan yine isyan, acı, gözyaşıydı.
Hayat ne garip değil mi; Ege’de, Akdeniz’de bir gram yağmur yağsa da yangınlar sönsün diye dua ederken Karadeniz’de dinsin yağmurlar da dursun seller dedik durduk.
Kader, mukadderat, nasip, kısmet olaylarına hiç girmeyeceğim. Dilimde bir şarkı dönüp duruyor çünkü; ‘Kader diyemezsin, sen kendin ettin…’
Yazları kumdan kaleler yapardık deniz kenarında. Kovayla kum taşır, ıslatır, dikerdik kaleleri. İçine küçük çakıllar koyardık, devrilmesin diye. Dalgalar
Sıcak bir hafta geçirdik hem de çok sıcak!
Hem mecaz anlamıyla hem de sözlük anlamıyla sıcaktı gündem! Nefessiz kaldık, soluk alamadık. Ne yangınlar gördük ama yılmadık, yıkılmadık.
Evet canımız çok yandı, günlerdir içimiz parçalandı ama bir şey var ki işte o, uzun süre sonra yeniden hatırlandı; Birlik olabilmek, ele ele verip bir şeyler yapabilmek!
Covid yüzünden evlere kapandığımız, sosyalleşmeye hasret kaldığımız, kendi küçük dünyamızda bir başımıza yaşadığımız aylardan sonra tam da yeni yeni toparlanırken geldi bu felaket başımıza. Tam uzun sofralarda birlikte olacağımız, atışıp sataşarak memleketi kurtaracağımız, üstümüzdeki ölü toprağından sıyrılıp hayata sarılacağımız dönemde başka bir yeri sızladı gönül yaramızın. Ele ele eğlenmek yerine, el ele ağaçları kurtarmaya çalıştık can siperane.
Sosyal medyanın gücüne şahit olduk yine, ulaşabildi yardımlar yangın bölgelerine. Sanatçılarla halk omuz omuza çalıştı, günlerce gecelerce. Koliler hazırlandı, malzemeler yollandı sanki bir kuvayi milliye
Eller günahkar/ Diller günahkar/ Bir çağ yangını bu bütün/ Dünya günahkar…
Sezen Aksu yıllarca önce bu şarkıyı yazarken şarkının gerçek olacağını tahmin edebilir miydi acaba ? Çünkü tam da şarkıyı yaşıyoruz aslında, bir çağ yangını var dışarda ve masum değiliz hiçbirimiz!
Önce Manavgat, Marmaris, Bodrum, Silifke, Uşak, Mersin, Hatay ve daha birçok yerde çıkan yangınlarda binlerce ağaç, bitki, hayvan yanarak kül oldu. İnsanlar yuvalarını, anılarını, umutlarını bıraktılar geride. Yanan sadece ağaçlar değil, ciğerlerimizdi. Kaybettiğimiz bitkiler değil nefeslerimizdi. Yok olan da sadece ormanlar değil geleceğimizdi !
Ağaç deyip geçmeyin, yetişkin bir ağaç yaklaşık 500 kg karbondioksiti emiyormuş ve yine bir ağaç, iki kişinin dört yıllık oksijen ihtiyacını karşılıyormuş. Kaç tane canlıya ev olan, kurda, kuşa, ceylana, tavşana, nice hayvana kucak açan ormanlar, gözümüzün önünde kül oluyor. Bizler ise çaresizce, elimiz kolumuz bağlı, ayran-su taşıyarak, yardım malzemesi
Geldi bayram yine, boynuzuna al fular dolanmış koçuyla, kavurması pilavı, baklavasıyla geldi Kurban Bayramı! Cebinde mendili, içinde harçlığı, umuda dair sözleri, laflarıyla çaldı yine kapımızı…
‘Ah nerede o eski bayramlar’ konulu bir yazı yazacağımı sanıyorsanız yanılıyorsunuz çünkü eski hayatımız yok ki bayramımız da eskisi gibi olsun. Kısıtlamaların kalkmasıyla zemberekten boşalmış gibi
fırladık dışarıya. Onca ayın sıkıntısı, kapanmaların bunaltısı, darlanması ile attık kendimizi sokaklara. Bu bile bayramdı hepimize onca zaman sonra. Ne özlemişiz kalabalık sofraları, karşılıklı sohbetleri, sarılıp öpüşmeyi. Dedikleri doğruymuş; Kahve bahaneymiş, şahane olan muhabbetmiş. Tek başına yenen yemek, kral sofrası olsa fark etmezmiş. Kral olan eş-dostla yenenmiş. Acıya da katlanılır, hüzne de dayanılırmış yeter ki birlik olunsun, yalnız kalınmasınmış. Bu da kesin bilgiymiş, yayılsınmış!
Bu kadar hasretten sonra padokstan fırlayan atlar gibi fırlayınca dışarıya bir de üstüne tatil olunca Ege ve Güney kıyıları akın akın insan seliyle doldu taştı. Bodrum, Çeşme girişindeki trafikte
Ne çok tüketiyoruz fark ettiniz mi ?
Aşkları, sevgileri, hobileri, eğlenceleri, zevkleri…
Ve de dostlukları…
Gittikçe içine kapanan, yalnızlaşan, tek başına yaşayan, toplumdan uzaklaşan bireyler haline geldi insanlar. Teknoloji almış başını gitmiş, dostluk anlayışında artık kriter, sosyal medyada kaç kişi ‘like’ etmiş, etmemiş. Gün geçtikçe yalnızlaşan, başkalarıyla iletişim kurmakta zorlanan ya da kurduğu iletişimde hüsrana uğrayan insanlar, ilişkilerinde artık çok çaba göstermemek, dostluklarında da kendilerinden karşılıklı beklenmemesini istiyorlar ve bu yüzden de tercihlerini hayvandan yana kullanıyorlar. Bugün modern şehir insanlarının evlerinde hızla artan evcil hayvanlar aslında insanlığın sessiz imdat çığlığı!
Kimsenin kimseye tahammülünün kalmadığı, şehrin kaosunda birbirleriyle konuşmaya mecalinin olmadığı günümüzde, en iyi seçenek hayvan beslemek belki de. Sadık, vefalı, kanaatkar, ağzı var dili yok dostlarımız onlar bizim. Acılarını, keyiflerini, isteklerini sadece gözleriyle anlatabilen, elleri yerine patileriyle
Fark ettim ki herkes Bodrum’dan bildirmiş, bir ben kalmışım bildirmemiş :)
O zaman eksik kalmayayım dedim, bakalım ‘sadece ülkemizin değil dünyanın en popüler tatil beldelerinden biri olan Bodrum’da neler oluyor’ gideyim.
Bodrum, Bodrum olalı böyle kalabalık görmemiştir o kadar diyeyim. Pandemi çoktan bitmiş orada, virüs- mirüs esamesi okunmuyor oralarda. Sanırsın halk galeyana gelmiş, atmış kendini sokaklara, öyle bir durum var ortada. Alt yapı yine bildiğiniz gibi, trafik deseniz evlere şenlik. Esnaf umutlu ama tedirgin, işletmeciler gergin. Tüm mekanlar dolu, lokantalar tıklım tıklım. ‘Bodrum Bodrum, biraz deniz/ Biraz uyku/ Tek istediğim buydu/ diye çınlatsam da kulağını MFÖ’nün, Bodrum isteklerimi pek karşılayamayacak gibi göründü. Kaos hakimdi Bodrum’a, telaş ve sonsuz bir koşturmaca.
Her kesimden, her gelir ve kültür seviyesinden kişiye evsahipliği yapan Bodrum’da, bu sene özellikle iki grup göze çarpıyordu; 14-20 yaş arası ergen gruplar ve eşleri yanlarında olmayan çocuklu kadınlar.
Beach partilerde, gece
Yaz mevsiminin en güzel üç şeyi denizi, tatili bir de reçeli. Yanlış duymadınız evet, reçel dedim. Meyvelerin bol şekerle saatlerce kaynatılmasıyla ortaya çıkan eşsiz tat. Kahvaltı sofralarının en ‘tatlısı’. Şimdiki Nutella çocukları, bilmez reçelin verdiği hazzı. Küçük dağ çileklerinden yapılmış olanı en muazzamı. Önce kokusu gelmeli burnunuza sonra tadı kalmalı damağınızda. Tereyağlı sıcak ekmeğin üzerine sürülmeli iki kat, of yeme de yanında yat. Reçelle marmelatı karıştırırdım hep neyse ki anladım nihayet; Eğer meyveler, şekerin içinde şekil şemalleri, bütünlükleri bozulmadan pişirilirse ona reçel yok meyveler ezilir ya da blender’dan geçirilirse ona da marmelat denirmiş. Bu, ne kadar da tatlı bir bilgiymiş :)
Tatlı bilgiler burada bitmiyor tabi, pişirme süresine göre kıvamı değişen bu şekerli meyve şeysinin aşamaları da şöyle; Komposto, şerbet, reçel, pekmez, karamel, ağda ve de zift :) Reçel yapmayı ilk ve son deneyişimde başarıyı yedinci aşamada yani zift yaparak yakalamıştım. Ve tabi
Yaratıcı bir milletiz gerçekten. Kontrolsüz zekamız, acılarda ve dramlarda ortaya çıkan mizah anlayışımız hakikaten takdire şayan. Öyle ki dünyanın en esprili milleti olduğumuza yemin edebilirim de ispat edemem. Buraya kadar iyi güzel de sıkıntı, bu zekanın kötü amaçlarla kullanılması, masum insanların dolandırılması, haksız kazanç sağlanması.
Gün geçmiyor ki yeni bir dolandırıcılık yöntemi, hırsızlık methodu çıkmasın ortaya. Eskiden kandırılacak kişiler, özellikle seçilirdi. Artık genç-yaşlı, eğitimli-eğitimsiz ayırt edilmeden, kim denk gelirse, ya tutarsa mantığıyla hareket ediliyor. Cüret had safhada, cesaretleri inanılmaz. Geçen gün çok yakın bir arkadaşımın başına geleni paylaşmak istiyorum müsaadenizle, kurgu aksiyon filmlerini aratmayacak düzeyde, o kadar diyeyim yani size;
Arkadaşım, ülkenin en iyi üniversitelerinden mezun, son derece akıllı, başarılı bir işkadını. Son derece sosyal ve gündemi yakından takip eden, kendi reklam şirketini yöneten birisi. Olay geçen hafta gerçekleşiyor. Şirket işleri yoğun,