Yaz denince tarifsiz bir duygu kaplardı içimizi. Keyif demekti çünkü yaz, tatil demekti, keşmekeşten ari, karmaşadan uzak olmaktı. Değişen onca şey gibi yazlar da değişti artık. Darbe teşebbüsleri, virüsler, göçmenler, yangınlar, seller, yitip giden düşler…
Günlerdir ciğerlerimizi yakan, soluksuz bırakan yangınlardan sonra hayallerimiz de suya düştü, düşmekle kalmadılar, boğuldular. Karadeniz’de meydana gelen sel felaketi onlarca can aldı, yüzlerce ev, sular altında kaldı. Koskoca bir afetten geriye kalan yine isyan, acı, gözyaşıydı.
Hayat ne garip değil mi; Ege’de, Akdeniz’de bir gram yağmur yağsa da yangınlar sönsün diye dua ederken Karadeniz’de dinsin yağmurlar da dursun seller dedik durduk.
Kader, mukadderat, nasip, kısmet olaylarına hiç girmeyeceğim. Dilimde bir şarkı dönüp duruyor çünkü; ‘Kader diyemezsin, sen kendin ettin…’
Yazları kumdan kaleler yapardık deniz kenarında. Kovayla kum taşır, ıslatır, dikerdik kaleleri. İçine küçük çakıllar koyardık, devrilmesin diye. Dalgalar yıkmasın diye uzak yapardık denizden. Küçücük aklımızla bilirdik bunu. Biz bilirdik de koca koca müteahhitler, mimarlar, mühendisler bilmiyorlarmış meğer. Sinop’ta, Bartın’da, Kastamonu’da dere yatağına yapılan evler, iskambil kağıtları gibi devrilirken ne hissettiler acaba bu evlere imar izni verenler! Sel felaketi diye yazılsa da rant felaketi diye okunur çünkü!
Elbette inanıyorum yazgıya da ihmal denen de bir şey var ama. Sen git dere kenarına, balçığa, bataklığa bina yap sonra yağmur çok yağdı, Allah böyle istedi diye çamura yat. Olmaz efendim olmaz, suyun akışı belli, yatağı belli, gidişi belli. ‘Su akar, yolunu bulur’ demiş atalarımız, varmış demek bir bildikleri. Su akmış, yolunu bulmuş ama çok da ocağı yakmış kavurmuş.
Her sabah; ‘Geçmiş olsun Manavgat’, ‘Başın sağolsun Ayvacık’ gibi yazılarla uyanmaktan, acaba bugün başımıza neler gelecek diye umutsuzca beklemekten bıktık. Ders de almıyoruz yaşadıklarımızdan, akıllanmıyoruz. Birbirimizin yanında olabiliyoruz, acımızı paylaşabiliyoruz o kadar. Ha bide suçu kadere yıkıp ölenlere rahmet diliyoruz. Çok şükür bu sefer de ölmedik, hamdolsun, ölenlerin mekanı cennet olsun deyip devam ediyoruz. Bir sonraki afette görüşmek üzere, duayla kalın deyip konuyu kapatıyoruz.
………………………………………….*………………………………………………..
Film değil Gerçek!
Bilmem siz de kendinizi bir bilim-kurgu filminin tam da içinde hissediyor musunuz?
Valla benim an itibariyle hissettiğim tam da bu. Ölümcül virüslerin, sellerin, kasırgaların, yangınların ortalığı kasıp kavurduğu, insanların çaresizce oradan oraya koşturduğu ve hayatta kalma savaşında olduğu yarı korku yarı bilim-kurgu filminin içindeyim sanki ve bir mucizenin gelişini bekliyor gibiyim.
90’lı yıllarda Irak savaşı vardı hatırladığım. Detone sesiyle yeterince trajik olan durumu daha da dramatize ederek anlatan simultane tercüman bir kadın, savaşın o karanlık, kasvetli halini tüm gerçekliğiyle hissettirmişti bizlere sesiyle. Bizden, ülkemizden o kadar uzak geliyordu ki anlattıkları, içinde kötüler, hainler olan bir hikaye dinlermiş gibi dinlemiştik haberlerde. Biz büyüyünce teknoloji gelişecek, insanlar para için, ülkeler petrol için birbirine düşmeyecek sanırdım çocuk aklımla. Dünya savaşlarında verilen onca kayıptan sonra, darbelerin, ihtilallerin ülkeleri geriye götürdüğü onca yılın ardından akıllanmıştır artık ülkeler diye umardım saf saf. Yeni Türkü; “Sakın uyma göçmen kuşlara/ Biz büyüdük ve kirlendi dünya’ derken haklıymış meğer. Uyacak göçmen kuş, flamingo da kalmadı zaten, Tuz gölü çevresinde tarım yapacağız diye susuz bırakıp katlettik kendilerini. E zaten büyüdüğümüze ve kirlendiğine de dünyanın hemfikiriz değil mi!
Teknoloji ilerledikçe, internet geliştikçe, her türlü bilgiye ulaşım kolaylaştıkça iyiye gideceğine daha da kötüye gitti her şey. Emperyalist güçler ne toprağa, kana doydu ne de Ortadoğu paraya. Korkunç bir insanlık dramı yaşanıyor mesela şu anda Afganistan’da. Taliban’ın el koyduğu ülkede Afganlar canlarını kurtarma savaşında. Sosyal medyada izlediğimiz o dehşet görüntülerde ülkeden kalkan sınırlı sayıdaki uçaklara binebilmek için birbirini ezen, uçağın kanadına, motoruna tutunarak ülkeden kaçmak isteyen, tek suçları talihsiz bir coğrafyada doğmak olan o zavallı insanları gördükçe insanlığımdan utandım ben. Üstelik arkalarına dahi bakmadan, can havliyle kaçanlar, hep adamlar. Kadınlar, kızlar, çocuklar, gidemiyor, kaçmaya dahi cesaret edemiyor. Şanslı azınlık ise geride ailesini, ülkesini, anılarını, geçmişini bırakarak meçhul geleceğine gidiyor. Ve en acısı da tüm dünya bunu sessizce izliyor!
Başta Amerika olmak üzere diğer gelişmiş dünya ülkelerinin koltuklarında rahat rahat oturarak verdikleri emirlerle kaçmak zorunda kalan ve uçağa tutunup da çok yüksekten düşen Afganları görünce bundan tam yirmi yıl önce 11 Eylül 2001’de İkiz kulelerden yanmamak için kendini metrelerce yüksekten aşağı bırakan Amerikalılar geldi aklıma. İkiz Kulelere o saldırıyı düzenleyen kimdi acaba? Evet doğru bildiniz, Afganistan!
Hayat gerçekten çok enteresan!
Afganistan’dan kaçanlar ülkemize göç ediyor, ülkemizin okumuş, dinamik, genç beyinleri, doktorları, mühendisleri, bilim adamları ise artık burada gelecek göremedikleri gerekçesiyle Avrupa’ya, Amerika’ya gidiyor. Buradaki cübbeli hocalar, şeriat aşıkları, laiklik düşmanlarına da gün doğuyor. Ama şu da bir gerçek ki Türk milleti, hiçbirine benzemiyor. Çünkü onun bir Atası, Mustafa Kemal Atatürk’ü var ki o gücüne güç katıyor. Onun açtığı yolda, gösterdiği ülküde, hiç durmadan ilerliyor. Ve İstiklal Marşında dediği gibi;
‘Hangi çılgın ona zincir vuracakmış, şaşıyor!’
……………………………………*………………………………………
Haftanın EN’leri ;
-Haftanın en gereksiz polemiği, manken Deniz Akkaya’dan geldi. Akkaya; ‘Şişmanlarla ve çirkinlerle arkadaş olmam, konuşmam çünkü onlar duygusal olarak hasta’ diyerek başta kadınlar olmak üzere birçok kesimin tepkisini çekti. İşin ilginci, bu sözlerin birçok estetik ameliyat geçirmiş olan birinin söylemesiydi. Doğru ya da yanlış bilemem, bildiğim gereksiz bir muhabbetti.
-Haftanın dobralığı; Geçtiğimiz günlerde Tokyo Olimpiyatlarında ülkemizi temsil eden kadın milli Voleybol oyuncularımızdan Ebrar Karakurt’un, cinsel tercihine ilişkin sosyal medya paylaşımı, gündeme oturuverdi. Bir kısım böyle bir paylaşımın ve böyle bir tercihi olan kişinin takımda olmasının doğru olmadığını savunurken bir kısım da özel hayatının sadece onu ilgilendirdiği, bizlere düşenin onun sportif başarıları ve spor hayatını alkışlamak olduğunu belirtti. Ben ikinci grup tarafındayım peki ya siz?
-Haftanın kararı; 15 yaş ve kronik hastalığı olan 15 yaş altına aşı hakkının çıkması! Her ne kadar aşı çıksa da hastaneye gidince yapılmadığı söyleniyor. Henüz netleşmedi ama netleşse de yapılıp- yapılmaması hususundaki tartışmalar daha uzun süre devam edecek gibi!
-Haftanın en duygusal anı; Yıldız futbolcu Messi’nin yıllarca oynadığı Barcelona’dan ayrılarak Paris Saint Germen’e gideceğini açıkladığı basın toplantısında, gözyaşlarına boğulduğu an!
Söyleyebileceğim tek şey; Messi’yi ağlatan bu hayat, bize ne yapmaz ki :)
CANSEN ERDOĞAN