Memlekette tartışılan, tartışıldıkça karışan iki mevzu var; Biri menemen soğanlı mı- soğansız mı olmalı, diğeri nafakaya süre konulmalı mı, konulmamalı mı?
Menemen mevzusunu Vedat Milor ve saz arkadaşlarına bırakıyor, nafakaya dönüyorum. Malum "Nafakada süre sınırı olmalı mı" tartışması yıllardır gündemde. Eski Adalet Bakanı Abdülhamit Gül'ün 2019'da sarf ettiği, "Süresiz nafaka adil değil, hakkaniyet ve adalet ölçüsü içerisinde düzenlenmesi gerekir..." sözleri hâlâ dillerde. Her gündem olduğunda tepkiler nedeniyle geri adım atılan yeni nafaka düzenlemesinin Meclisi' e gelmesine artık kesin gözüyle bakılıyor. Yeni düzenlemeyle yoksulluk nafakasının evlilik süresine göre ödenmesi planlanıyor. Buna göre iki yılın altındaki evliliklerde beş yıl, beş yılın altındaki evliliklerde yedi- sekiz yıl, beş ila on yıl arasındaki evliliklerde ise oniki yıl nafaka ödenmesi bekleniyor. Bu duruma da kadın hakları savunucuları, kadın dernekleri kıyameti koparıyor.
Ölümden sonraki en büyük travma, boşanma imiş, literatüre
“Hayat, geçmişe bakarak anlaşılır, geleceğe bakarak yaşanır” denir ya hani yaşadıklarımız, görüp anlamaya çalıştıklarımız, hiçbirisi tesadüf değil gibi. Evren bazı hisleri, yapılanların sebebini, geçmişin izlerini anlamamız için benzer motifler işliyor yaşam gergefimize sanki. Veba, İspanyol Gribi, Verem, Tifo gibi toplumları etkileyen salgın hastalıkları bir hikaye gibi dinlerken tarih tekerrür etti ve bir pandemi bizi de altüst etti. Gene biz şanslıydık, evlere kapandık, vitaminlere dayandık, aşıyı bulduk da rahatladık. Şimdi de savaş krizi yaşıyoruz tüm şiddetiyle. Yanı başımızda çarpışırken Rusya ile Ukrayna, acaba bize de sıçrayacak mı, Üçüncü Dünya Savaşı yakında mı diye bekliyoruz endişeyle. Gündemimiz, can derdinden vatan- millet- Sakarya’ya evrilmiş vaziyette. Bir yandan Ukrayna halkını tebrik ediyoruz, bırakıp kaçmadıkları için yurtlarını bir yandan da başımıza gelse; ‘alırız kazma- küreği, tüfeği, silahı, koruruz vatanı’ diye replikler düzüyoruz. Kurtuluş Savaşı, tüm hatıralarıyla anılıyor,
Gün, kadının günü!
Gün, senede bir gün kutlanan, hatırlanan geri kalan 364 gün aşağılanan, horlanan kadının günü! O kadar önemli bir günkü 8 Mart Dünya Kadınlar Günü, sığmaz ne kelimelere ne cümlelere, taşar paragraflardan uçar gökyüzüne! Bir yandan da hiç olmaması gereken bir gündür ki güne dair en büyük ironi de bu bence. Niye böyle bir gün var çünkü bu günün kutlanmasını gerektiren koşullar var. Dayak var mesela, işkence var, ihanet ve de cinayet var. Bu gün de olmayaydı keşke, bu günü kutlanmasını gerektirecek sebepler de! Doğumgünü değil ki kutlansın çiçeklerle hediyelerle. Bayram değil ki kutlansın çikolatayla şekerle. Bir isyan aslında 8 Mart, bir yakarış! Ha sen niye yazıyorsun bu günü o halde derseniz de; Kadınların erkek şiddetine, adaletsizliğe, mobbinge, köleliğe maruz kalmadığı bir dünya hayaline bir meşale de ben yakayım diye! Kutlama değil bu, hatırlatma! Ne zaman kadının emeğinin karşılığını aldığı, istediğini giyip istediği yere
“Uzaya ne zaman gideceğiz? Uzaylılar, kötü varlıklar mı? Acaba bizimle savaşacaklar mı?” diye sorarken birbirimize, savaş kendi içimizde başladı bile. Öteki dünyalarla savaşmaya sıra gelmemiş besbelli, biz kendi dünyamızdaki savaşı daha bitirememişiz ki!
Bir Amerika bir Rusya, bitemediniz bir türlü yaaa, doyamadınız güce, paraya, toprağa! Biri gider Irak’ı, Afganistan’ı işgal eder, İran’a peşrev çeker. Diğeri Suriye’yi karıştırır, Ukrayna ile savaşır. İki süper güç, dünyanın hakimi olmak için yüzyıllardır yarışır da yarışır. İlginç olan ise bu iki devlet, tarih boyunca birbiriyle hiç savaşmamış, kazanılmış olanı paylaşmıştır. Yani filler tepişirken çimenler ezilip parçalanmıştır.
Rusya’nın Ukrayna’yı işgal ettiği, çoluk-çocuk, sivil- masum demeden öldürmekten çekinmediği bu günlerde okuduğum bir hikaye beni etkiledi. Bir ayakkabının dünyanın kaderini değiştirdiği bu hikaye şöyle;
“İkinci Dünya Savaşı! Savaş bölgesinden memleketi olan St. Petersburg’a izne
Tüm dünyanın önünde eğildiği, saygıda kusur etmediği lanet bir virüs, hayatlarımızı zapt etmiş, gündemden düşmemekte direnirken Kraliçe Elizabeth’in Covid testinin pozitif çıktığı haberi düştüğü medyaya. Üstelik bu ikinci yakalanışıydı, öldürmeyen Allah öldürmüyor valla. Gerçi kadın daha genç(!) atlatır. Yaaa bu kadın ben küçükken de yaşlıydı, ben yaşlandım o yine yaşlı. Benim bildiğim Elizabeth ecelle pazarlık eder de yine ölmez diyeyim size. Zaten kadın yakalanmamıştır virüse, olsa olsa virüs yakalanmıştır kraliçeye :) Haberi duyduğumda aklıma ilk Prens Charles geldi nedense. Kimbilir ne değişik duygular içindedir o şimdi; Acaba nihayet sıra geldi mi kendisine ya da aman anneme bir şey olmasa ikileminde. O sırada dünya tam da şunu düşünmekte; Ya monarşinin sonu geldi ya da virüsün, görelim birlikte!
Ah Kraliçem ya bunu da atlatırsınız siz zaten atlatırsanız kesin bir yüz yıl daha yaşarsınız. Zavallı Charles ise kral olma hayalinden çoktan vazgeçmiştir bence.
Ya böyle bir yazı yazdığıma inanamıyorum gerçekten! Dünya uzay çağına ilerlerken doludizgin, biz cahiliye devrine geri gidiyoruz pişkin pişkin.
Sizi bilmem de ben utanarak izledim; Milli mücadelenin simgesi, Samsun’daki Atatürk Onur Anıtı’nın halat bağlayarak sökülme teşebbüsünü. Bu neyin kafasıdır, hangi mantığın izahıdır anlamak mümkün değil. Hani putperestlik dönemi vardı, putlardan medet uman, onlara sarılan, tapınan bir zihniyetin olduğu dönem. İşte aradan geçmiş yüzlerce yıl, bilim almış başını gitmiş, kudreti heykelde sanan ve zeka geriliği yaşayan bir kitle hala aramızda. Ah be cahilim, kudret heykelde değil, damarlarımızdaki asil kanda, koy kafana!
İtiraf ediyorum bir an düşünmedim değil acaba niyetleri heykeli sökmek değil de çalmak mıydı diye acaba. Öyle demeyin kaç ton demir var orada, siz biliyor musunuz demirin kilosu kaç lira? Herhalde bu milletin genlerindeki Atatürk izini böyle sökerek silebileceklerini zannetmelerini, kabul edemedi bünyem. Ondan olsa gerek bu ihtimali düşünmem!
Mustafa Kemal
Dört yapraklı bir yoncaydı onlar; Türkan Şoray, Hülya Koçyiğit, Filiz Akın ve Fatma Girik. Türk sinemasının özel kadınları, medarıiftiharları!
Bir yıldız kaydı, bir yaprağı koptu yoncanın. Yeşilçam mavişsiz, Türk halkı Fatma Girik’siz kaldı. Her ölüm bir kayıptır ama bazı kayıpların acısı daha farklıdır. Sadece bir sanatçı değil kaybettiğimiz, gökyüzü yerine halkın içinde olmayı tercih etmiş bir stardı.
Düşünüyorum da başka hangi kişi, her rolün hakkını bu kadar verebilir? Sinemadan belediye başkanlığına, herkesin Fato ablası olmaya kadar taşıdığı her sıfatı, üstlendiği her sorumluluğu başarıyla yerine getiren Girik, Türk kadınının Anadolu- Batı mozaiği idi.
Halktan biri olmasından mı bilmem hayranları hiçbir zaman üzerine çullanmadı onun. Bir yerde görüldüğünde insanların çıldırıp üzerine atladığı, aşırı sevgiyle boğmaya çalıştığı artistlerden olmadı hiç. Çünkü çarşıda, pazarda, lokantada, sahilde, markette o her yerdeydi. Sevenlerinin dokunabileceği, ihtiyaç duyanların
Hadi gözümüz aydın! Ülkenin dış borcu kalmamış, kadına şiddet tarihten silinmiş. Çocuk istismarcıları, hadım edilmiş. TL, Amerikan doları ile aynı olmuş. Ülke bir refah, bir zenginlik içinde, millet parayı koyacak yer bulamıyormuş. Şaşırdınız mı?
Ben de ilk önce böyle sandım. Ülkede dertlenecek, atarlanıp giderlenecek başka konu kalmamış, ihale Sezen Aksu’ya kalmış!
İlk başta şaka sandım ne yalan söyleyeyim, Aksu’nun yıllar önce yazdığı; "Şahane Bir Şey Yaşamak" isimli şarkısında geçen; "Binmişiz bir alâmete. Gidiyoruz kıyamete. Selam söyleyin o cahil Havva ile Adem’e..." sözleri dine hakarettir diye duyunca. Baktım ki mevzu derinleşiyor, olay kadının evini basmaya kadar gidiyor, buna iki kelam bir şey de benim söylemem gerekiyor.
Herkes, her sanatçıyı sevmek ve dinlemek zorunda değil! İyi bir insan olarak görülmeyebilir, siyasi fikirleri doğru gelmeyebilir, her şeyi söyleyebilirsiniz ama kadının hakkını da yiyemezsiniz be kardeşim.
Kaç nesil onun şarkılarıyla büyüdü, onun şarkılarıyla güldü, ağladı, aşık oldu. Onun