Savaş rüzgarları arasında öne çıkmayan bu araştırma, aslında Irakta bombalanmayı bekleyen sivillerin, ABDnin sipariş verdiği 75 bin ceset torbasının ve Meclisin kabul etmek üzere olduğu savaşa girme kararının kim ve ne için olduğunu açıkça ortaya koyuyor.Tarihi bir belge saydığım bu yazının öğrettiklerini sizle paylaşmak istiyorum.***Önce şu adı bir yere yazın:Brown and Root...Bu, bir Amerikan şirketi...ABDnin nerede bir üssü varsa, Washington nereye bir müdahalede bulunacaksa bu şirket mutlaka orada ortaya çıkıyor, üs kurma, işletme ve bakım işlerini üsleniyor.Afganistandaki Bargam Üssü...Özbekistandaki Khnabad Üssü...Kübadaki Guantanamo Üssü bu şirketin eseri...Aynı şirket Bosna ve Kosovaya müdahalede de çok büyük kazanç sağlamış. O kadar ki Balkan operasyonlarına harcanan 6.8 milyar doların 2.2 milyar doları Brown and Roota verilmiş.Bush başkan seçilince şirketin işleri iyice açılmış.11 Eylül saldırısından sonra Pentagon, firmayla 10 yıllık yeni bir sözleşme yapmış.Yani şiddet tırmandıkça şirket kazanmış.Tahmin edebileceğiniz gibi 1987den beri Türkiyedeki Amerikan üslerinin bakım ve işletmesini de - Vinnell firmasıyla birlikte - bu şirket yapıyor.Bilin bakalım son olarak
Aşırı talepler isyan ettirdi Mektup, Dışişleri Bakanı Yaşar Yakışın Washington gezisinden önce Beyaz Saraya yollandı ve gezi, Başbakanın mektubuna ılımlı bir karşılık alınmasından sonra gerçekleşti. ABD heyeti ile sürdürülen müzakerelerde Amerikan tarafının aşırı taleplerde bulunması üzerine isyan eden Başbakan Abdullah Gülün Başkan Busha bir şikâyet mektubu yazdığı öğrenildi. Geçen hafta Washingtona gönderilen mektupta, müzakerelere konu edilen kimi saçma ayrıntılara dikkat çeken Gül, "Buradaki adamlarınız sizin büyük projenizin ciddiyetinin farkında değil" dedi. VERGİ PAZARLIĞI 1- Yapılacak ekonomik yardımın IMF programına dahil edilmesi... ABD, Türkiyenin bu yardımı çarçur etmesinden çekindiği için harcanmasını IMF denetimine sokmaya çalışıyor. Bir hükümet yetkilisinin yorumuyla "IMF olumlu rapor vermezse, ekonomik yardım paketi işlemeyebilir".2- Amerikan askeri araçlarının ihtiyaç duyacağı yakıtın, Türk askeri araçlarına verilen fiyattan verilmesi ve akaryakıt vergisi alınmaması.3- ABD askerlerinin Türkiyede montlarının yakasına takacağı yaka kartlarının baskı masrafının Türkiye tarafından karşılanması.4- Türkiyeye gelecek Amerikan askerlerinin çarşıda yapacağı alışverişten
Türkiye ise, yıkılan Berlin duvarının üstüne oturan bu heyula ile uğraşırken tek "hiper - güç"ün hoyratlığına terk edilmiş dünyanın ne demek olduğunu yaşayarak öğreniyor.Gül hükümeti, aslanın yapayalnız sıkıştırdığı çaresiz bir antilop gibi, kıskaçtan kurtulmanın yollarını aradı şu ana kadar... Deniz Baykalın "müsamere" diye tanımladığı şey bu aslında..."Müsamere"nin nasıl geliştiğini kısaca özetleyelim: Hükümet sızdırmıyor, ama bilinen o ki, kapalı kapılar ardında Washington, külhanbey üslubuyla bastırıyor. Türkiyenin oyunu O andan itibaren, aslanperest bir sürü uzman, diplomat, yazar, ablukaya başladı:"Aslan kapıda, pençesi havada... Asla beklemez, kızdırmaya gelmez."Av, aslanı oyalamak için yollar aramaya koyuldu ve sevgili hocam Prof. Dr. Baskın Oranın "Yapıcı kararsızlık" diye tanımladığı taktiği geliştirdi.Önce manevra alanını genişleterek sıkıştırıldığı köşeden çıkmaya, zaman kazanmaya çalıştı. BMnin kararını beklediğini söyledi. Amerikan taleplerini 3 tezkereye böldü. Pazarlığa girdi. İşi yokuşa sürdü.Sonra aktörleri çoğalttı. Irakın komşularını topladı. AByi, NATOyu zorladı. Irakla görüştü.Ama olmadı.Araplar Türkiyenin arabuluculuğuna kızdı. AB dağıldı. BM kararsızlandı.
Ve Türkiye hâlâ direniyor.Galiba 17 Şubat itibarıyla Irak krizinde durumun özeti bu...Mütekebbir Kapalı kapılar ardında cereyan eden görüşmelerde Türk tarafına uygulanan baskının ne kadar ağır olduğunu gösteren bir ipucu vereyim:Washington görüşmelerinde Türk heyetinde bulunan üst düzey yetkililerden biri Amerikan Dışişleri Bakanı Colin Powellla gece yaptıkları bir görüşme sırasında kalbinin sıkıştığını ve fenalık geçirdiğini söyledi.Nedenini sordum."Powell değilse de yanındakilerin tavrı çok mütekebbirdi" dedi."Mütekebbir..." "Kibirli" anlamına gelen ve kalbe ağrı veren bu sözcük Türkiyenin neyle karşı karşıya olduğunu özetliyor. Amerika çok ağır bastırıyor. "Kayıtsız destek yok" Daha 3 hafta önce "Artık bizden günah gitti. Stratejik ortağımızın yanındayız" diyen Başbakan Abdullah Gül, dün Başbakanlığın özel uçağı Ata ile Avrupa Birliğinin Irak görüşmeleri için Brüksele uçarken 3 hafta önceki söyleminden hayli değişik bir tonda konuştu: "Kayıtsız şartsız destek vermeyiz" dedi.Gül, Türkiyenin hem muhalefetin, hem AKP içinden 60a yakın milletvekilinin itirazına rağmen Meclisten üslerin modernizasyonuna ilişkin izni geçirerek bir adım attığını hatırlattı, ama hâlâ siyasi - askeri ve
Çanakkalede Mustafa Kemalin göğsündeki saate saplanan şarapnel parçası böyledir mesela...İsmet İnönünün arabasına sıkılan kurşunun şans eseri Başbakanı ıskalaması bir başkasıdır.O şarapnel parçası ya da o kurşun birkaç santim yana rastlasa Türkiye bugün başka bir noktada olabilirdi.Adnan Menderesin uçak kazası da bunlardandır.1959da Londraya giderken Başbakan, uçağın kuyruğunda değil de, önlerde oturuyor olsa, tarih başka türlü yazılabilirdi.Barış Duranla birlikte hazırladığımız, bu gece CNN Türkte izleyeceğiniz "O Gün" belgeselinde kazanın tanıklarını dinleyecek, görüntülerini izleyecek, ayrıntılarını öğreneceksiniz.Ancak burada işin başka bir yönüne dikkat çekmek istiyorum:Kaza, Bayar ile Menderes arasında yıllardan beri içten içe süren bir anlaşmazlığın su yüzüne çıkmasına neden olmuştur.***Cumhurbaşkanı Celal Bayar kazadan sonra, Başbakanı Menderese özel doktoru olan, Gülhane Askeri Tıp Akademisi Komutanı Tuğgeneral Recai Ergüderi göndermişti.Tuğg. Ergüder, daha sonra yayımladığı anılarında, hastanede Menderesi hemen Türkiyeye dönmeyip yurtdışında 3 - 4 ay dinlenmeye iknaya çalıştığını anlatır. Menderes bu öneriyi duyar duymaz yaverini çağırıp "Yarınki ilk uçakla Türkiyeye
Birkaç nedenle:Bir defa insanda keşif duygusunu öldürüyor.Yepyeni coğrafyalara yelken açmanın, bilmediğin bir ülkenin kuytularını açığa çıkarmanın, tanımadığın insanlarla, tatlarla, iklimlerle tanışmanın o kışkırtıcı hazzı, her saati önceden planlanmış bir konserve programın telaşı içinde yok oluyor.* * *İkincisi, yalıtılmış bir hayat tarzı bu...Yeni bir ülkeye gidiyorsunuz, diğer turistlerle bir otobüse bindiriliyor ve steril bir geziye çıkarılıyorsunuz. Ya güvenlik endişesi ya da "Mikrop kaparım" korkusuyla aracınızdan inmiyorsunuz.Torba içinde denize atılmış balıklar gibi; bakıyor, ama temas etmiyorsunuz.Ne halkın arasına karışmak mümkün, ne sokaklarda gezinmek.Şablonlaştırılmış bir koşturmaca içinde turistik merkezler birer ikişer ziyaret ediliyor. Yemek, bildik tatlar sunan duraklarında yeniyor. Anlaşmalı yerlerden alışveriş yaptırılıyor. Turistler kendi arasında eğleniyor.Otel odalarında James Bond filmi oynuyor, haberleri CNN veriyor.Turistler, yerel halktan biriyle tanışmadan, yerel bir gazete okumadan, yerel mutfağı tatmadan, gittiği ülkenin dilinde selam vermeyi bile öğrenmeden geri dönüyor.* * *Tur operatörüne sorarsanız, turist tam da bunu istiyor:İlginç yerler, ucuza
Onu hatırladıkça başı göğe ermişçesine ya da asansör boşluğuna düşmüşçesine ürperiyorsa yüreğiniz...Ömrü saatlere sıkışmış bir kelebek telaşıyla O hüzünden bu neşeye konup kalkıyorsanız gün boyu nedensiz... ve her konduğunuzda diğerini iple çekiyorsanız bu hislerin...Onunlayken pervaneleşen yelkovanlar, Onsuz mıhlanıp kalıyorsa yerine, bir akrep kadar hain...sınıfta, büroda, yolda, yatakta içiniz içinize sığmıyor, Ondan söz edilince yüzünüz, sizden habersiz, mis kokulu bir ekmek dilimi gibi kızarıyor, mahcup somurtuyor veya muzip sırıtıyorsa,ve O, her durduğunuz yerde duruyor, her baktığınız yerden size bakıyor, siz keyiflendikçe gülüp, hüzünlendikçe ağlıyorsa...dünyanın en güzel yeri Onun yaşadığı yer, en güzel kokusu bedenindeki ter, en dayanılmaz duygusu gözlerindeki kederse...hayat Onunla güzel ve onsuz müptezelse...elmalar pembe, kiremitler pembe, gökyüzü, yeryüzü, Onun yüzü pembeyse,kışlar ilkbaharsa, yazlar ilkbahar, güzler ilkbahar...her şiirde anlatılan Oysa... her filmin kahramanı O... her roman Ondan söz ediyor, her çiçek Onu açıyorsa...bir anlık ayrılık, bir ömür gibi geliyor ve gider gitmez özlem saç diplerinizden çekiştirip beyninizi acıtıyorsa,iştahınız kapanıyor,
Hiç nostaljiye bulaşmadan, eski bayramlara tapınmadan, tatile kaçan gençlerden yakınmadan...Lafı dolaştırmadan, doğrudan, korkmadan dedi diyeceğini:"Gençliğin ilgisini çekmeyen bir toplum olayına bayram denemez."***Peki neden bu "toplumsal kutlama" gençliğin ilgisini çekmiyor?"İki nedenle" diyor Mete:Biri "tatil cazibesi"...Şimdiki çizgisiyle bayram zevkinin, insandaki tembellik geninden beslenen tatile rakip olması mümkün görünmüyor.Diğeri "ziyaret ödevi"...Eğlenmek için fazladan bulduğu birkaç günün tadını çıkarmayı tercih eden genç, gönülsüzce büyüklerin huzurunda boy göstermeyi, göreneğin dayattığı bir formalite ve ikiyüzlülük sayıyor; normalde saygı ve sevgi duyacağı akrabasını, bayramda "eğlencesini çalan kişi" olarak algılıyor.***Genç reklamcıların, duygu sömürüsü ve müşteri dürtüsüyle ebeveyn ziyaretini yağladığı, eski bayramlar muhabbetinin bitpazarına nur yağdırdığı bir dönemde "eski kuşak"tan Ömer Lütfi Metenin tespitleri gecikmiş bir "Kral çıplak" çığlığı gibi, "Evet... nihayet" dedirtiyor.Evet nihayet biri söyledi işte:Bayram bitti!İster üzülün, ister sevinin, ister kızın, ister yerinin; ama gerçek bu...Kaçamayanların katlanmak zorunda kaldığı bir doğal afet gibi,