Diyarbakır’da bahar havası var. Her anlamda... Şehir, kışa inat gülümseyen bir güneşle karşıladı bizi... Kenti dolaştıkça, insanlarla konuştukça, iklimdeki bu ılımanlığın sokağa da hakim olduğunu gözledik.
Şehrin karakteristiği haline gelen karamsar endişe, yerini iyimser bir bekleyişe terk etmiş.
“Barış” lafı, iyice dillere yerleşmiş.
Gözler, kulaklar İmralı’ya, görüşme sürecine kilitlenmiş.
Ya Paris?
Suikastlar, cenazeler?..
Bu provokasyon bile, olumlu havayı dağıtmaya yetmemiş; hatta tersine, barış kararlılığını perçinlemiş.
Bugün Nâzım Hikmet’in 111. doğum günü... Sevgili dostum Melih Güneş, Şair’in külliyatındaki eksiği tamamlayan bir kitapla çıkageldi yine...
Bu, Nâzım‘ın Moskova’dayken senaryosunu yazdığı, 1959 ve 1962 tarihli iki çizgi filmin DVD’li kitabı... (Yapı Kredi Y. 2013)
“Hanene Huzur Dolsun”, pek bilinmeyen bir canlandırma...
“Sevdalı Bulut” ise Nâzım’la son eşi Vera’nın tanışmasına vesile olan film...
Melih’in araştırmasından iki önemli ayrıntı öğreniyoruz:
Filmlerin orijinalleri, yapımcı Soyuzmultfilm arşivinde yokmuş. Melih, “Sevdalı Bulut”un sadece boş kutusunu bulmuş.
Ne zaman yüklü bir keder bulutu dolaşsa başımın üstünde, “Ağır Roman”a gider elim...
Kitabına değil, albümüne...
Hiçbir albüm, onun kadar canınızı acıtamaz.
Atilla Özdemiroğlu’nun müziği, hançeri sokar yüreğinize; Aysel Gürel’in sözleri, çevirir içinizde...
Ve Yusuf Taşkın’in sesi, ağıtınızı yakar:
“Kördüğüm çember dört duvar,
Can evinde bıkar bu can uçar,
Bir sohbette Kemal Kılıçdaroğlu’nun inşaat bekçisi olan kardeşi mevzuu açıldı.
Ben, makam sahiplerinin eş dost kayırma (“nepotizm”) hastalığının yaygınlaştığı ortamda, bu örneğin ibretlik olduğunu, saygı duyulduğunu savundum.
Sohbetteki bir arkadaşımız bana karşı çıkarken, “Bizim toplum, bu haberden ‘Bu liderden bana hayır yok’ mesajı çıkarır. ‘Kılıçdaroğlu daha kardeşine iş bulamamış, bana mı bulacak’ diye düşünür” dedi; bir atasözünü tanık gösterdi:
“Ben umuyorum bacımdan, bacım ölüyor acından.”
* * *
Elbette mazlumdan yana atalarımız da var, ama haklıya karşı güçlüyü kollayanlar da az değil; tıpkı toplumda olduğu gibi...
“Türkler böyledir” diye kesip atan toplum genetikçilerine kulak asmam; toplumlar da insanlar gibi kuşatıldıkları iklimle, yaşamın deneyimiyle, tarihin hafızada bıraktığı izle şekillenir.
Bir gazete bürosu... Haber merkezi... Birinci sayfa editörü: “Abi dün ‘Bütün Balyoz belgeleri Genelkurmay’ın elinde’ diye manşet yaptık. Genelkurmay’dan “Yok bizde öyle bir şey. Uydurmayın” diye yalanlama geldi. N’apıcaz?”
Genel Yayın Müdürü:
“İç sayfada küçük kullanalım.”
* * *
Dizi senaryo ekibi toplantısı:
“- Yazdınız mı sahur sahnesini?”
“- Evet, çok ayrıntılı yazdık. Dualı filan...”
Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok. Barış süreci hemen her ülkede benzer bir yol izledi.
Kuzey İrlanda’yı alalım:
Önce kin birikti. Silahlar çekildi, kan döküldü, binlerce insan öldü.
Zamanla örgütün siyasi kanadı oluştu, Meclis’e girdi.
Silahın çözüm olmadığını her iki taraf da anladıkça barış arayışı başladı. Bazen ateşkes ilan edildi, ama her “anlaşma”da bir yerlerde bombalar patladı; barış süreci baltalandı.
Sonunda toprak kana doyunca ve bazı etkili güçler (İngiltere örneğinde Amerika) devreye girince barış masası kuruldu.
Örgütün siyasi kanadı ile hükümet, görüşmelere başladı.
Sahne 1:
12 Eylül’den önce milletvekiliydi. Milletvekili ağabeyi öldürülünce siyasete girmişti.
Darbeden sonra tutuklanıp Diyarbakır Cezaevi’ne nakledildi.
Kapıda dayakla karşılandı.
20 gün hücrede tutuldu.
Türkiye’nin gidişatını, İmralı kosterinin hareket kabiliyetinden anlıyoruz: Koster limandaysa “hava” bozuk demektir; açılıyorsa işler yolunda...
Önceki gün “hava”, muhalefetine son verdi ve aylardır mahsusçuktan bozuk taklidi yapan koster, nihayet İmralı’ya gidebildi.
* * *
“Hava” neden değişti?
Başbakan’ın çevresi diyor ki:
“PKK, 2012’de hezimete uğradı. Silahla sonuç alamayacağını gördü. Şimdi silah bırakma için müzakere yapılıyor.”
Buna hakikaten inanıyorlarsa safdillik, bizim inanmamızı bekliyorlarsa zekamıza haksızlık...