Hayır, Suma ya da BURC Beach’in yerinde değil. Babyloncular Soundgarden Festivali’ni farklı yerlerde yapmaktan sıkılmış ve festivale ev sahipliği yapacak yeni bir mekan arayışına girmişler.
23 Mayıs’ta gerçekleşecek Soundgarden’da öncelik büyük isimlerde değil, iyi müzikte.
Şimdiden Kilyos’ta eski Dalia Beach’in yerinde çalışmalar başlamış.
Burası, sadece bir plaj ya da konser / festival alanı değil, aynı zamanda yaz-kış açık olacak, kışın şömine karşısında keyif yapılacak, bisikletinizi bırakabileceğiniz, organik tarım yapabileceğiniz yeşil bir alana dönüştürülüyor.
Ahmet Uluğ, Babylon’a yakışacak bir yer olacak diyor. Heyecanla bekliyoruz.
Juju’ya ne olacak?
Geçen yaz Bodrum Mandarin Oriental’de Juju by Babylon açıldığında, Mandarin ile Babylon kadar farklı iki markanın bir araya gelmesi şaşırtmıştı.
Grammy ödüllerinde ne Madonna’nın Givenchy imzalı matador kostümü, ne Rihanna’nın Giambattista Valli prenses elbisesinden Meryem Uzerli smokin tarzına savruluşuydu dikkat çeken.
Öne çıkan iki şey vardı. Biri ABD Başkanı Barack Obama’nın verdiği mesaj, diğeri farklı jenerasyonların bir arada sahneye çıkması.
Biz devlet büyüklerini ödül törenlerinde görmeye alışığız, oysa ABD halkı için bir müzik ödülleri töreninde Başkan’ın konuşmasını dinlemek şaşırtıcı.
Peki ama Obama, Grammyler’de ne mesaj verdi? Kadına şiddete son!
“Sanatçılar hepimize örnek oluyor. Kadına şiddete karşı hepimiz birleşmeliyiz, sanatçılar da hayranlarını buna destek olmaya çağırmalı” dedi, lafı uzatmadan, evirip çevirmeden, sadece rakamlar vererek. Obama’nın hemen arkasından ise şiddet mağduru bir kadın çıkıp konuştu, kendi başına gelenleri anlattı, ağlamadan sızlamadan, Grammy adayı kadınlar kadar güzel ve gösterişli haliyle.
ABD Başkanı’nın ve Amerikan müzik endüstrisinin kadına şiddet konusunu bu kadar önemsemeleri olumlu ama ABD’de bile durum ödül töreninin arasına uyarı alacak kadar fenaysa çok yazık.
Gelelim, törenin daha iç açıcı konularına... Sırf Lady Gaga ile Tony Bennett’in, Rihanna ve
Markiz Pastanesi’nin üzücü akıbetinden sonra Beyoğlu’ndaki bir art nouveau binada Ravouna 1906’nın açılmasına sevindik. Binanın ruhu bin ayıp örter ama sırf bina da bir mekanın tutması
için yeterli olur mu?
Yurt dışında tarihi mekanlara gidip etkileniyoruz, sonra yurda dönünce soluğu yine en gıcır gıcır AVM’lerde alıyoruz. Yenisi açılır açılmaz eskisi hükümsüz oluyor bizim için. Eskinin değerini bilmek alışkanlıklarımız arasında ne yazık ki yok.
Malum, yılların Markiz Pastanesi bile ucuz yemekleriyle öne çıkan Yemek Kulübü oldu. Vitrine asılan çorba 1.50, makarna
2 lira gibi ilanlar, önünden her geçişimizde canımızı acıtıyor, içerideki art nouveau seramik panoları ve tavan süslemelerini
bile gölgede bırakıyor.
Şimdi ise Beyoğlu’nda içi ve dışı iyi korunmuş iki art nouveau binadan biri yenilendi. Hollanda Konsolosluğu’nun yanında, 1906’da yapılan Ravouna binası şimdi hem otel hem de kafe-restoran olmuş durumda. Ravouna 1906 Suites ve Ravouna 1906 Coffee&Bar adıyla.
Ne kadar “Eurovision aslında önemli bir yarışma değil” diye konuşsak da, ne kadar “Eurovision’u hiç takip etmem” desek de,
ne kadar “Burada müzik değil, politika yarışıyor” diye söylensek de aslında hepimiz içten içe biliyoruz.
Kendi kendimize bile itiraf etmekte zorlansak da kabul etmeliyiz, biz hâlâ Eurovision’u takıyoruz, hem de gereğinden çok daha fazla.
Tabii Eurovision’la büyüdük, bir kere içimize işledi.
Kötü dereceler aldığımızda oylama sistemini eleştirmeye, ‘Every Way That I Can’ ile birinci olduğumuzda hep beraber havalara uçmaya, şarkıyı beğensek de beğenmesek de defalarca dinlemeye hazırız.
Tam iki yıl önce, TRT, Eurovision’a katılmama kararı aldığında ‘Oh be sonunda’ diyenler de oldu, yarışmanın artık bir müzik yarışması olmaktan çıktığını görmesine rağmen sorunun oylama ve kura sistemi olmadığını bilip de üzülenler de oldu.
Şimdi TRT Genel Müdürü Şenol Göka, “Sadece oylama sistemi değil, ahlaki sisteme ilişkin de bazı sorunlar vardı. Bunlara ilişkin eleştirilerimiz vardı. Bunlar konusunda yol alındı” diye bir açıklama yaptı, artık yarışmaya katılabileceğimizi söyledi.
Yurtdışından bildiğimiz yeme-içme markalarının Türkiye’ye gelmesine alıştık, artık eskisi kadar heyecanlanmıyoruz bile. Şimdi bizi asıl heyecanlandıran Türkiye’den yurtdışına giden markalar oluyor. İşte buna taze bir örnek, The House Cafe.
Türkiye’de 10 şubeden sonra şimdi bir de Bakü’de açıldı. Şehrin popüler AVM’lerinden Port Bakü Mall’da. Tam 12 yıl önce Teşvikiye’de Atiye Sokak’ta bir apartman dairesinde başlamıştı. Salonda büyük bir masa, tanıdık tanımadık herkes ilk defa o masada bir arada oturdu, birbiriyle tanıştı.
O masada filizlenen dostluklar da, aşklar da oldu.
Aralarında hâlâ devam edenler de var.
Şimdi 12 yıl sonra İstanbul yeme-içme dünyasında geldiğimiz nokta: Kadınlar ve erkekler aynı paylaşım masasında oturabilir mi?
Oysa o zaman The House Cafe’nin eşi benzeri ya da şimdiki gibi taklitleri de yoktu.
Paris-İstanbul uçağında ilgimi çeken iki film oluyor.
Biri: ‘One Chance’. Bizim de çok sevdiğimiz bir TV yetenek yarışmasında yıldızı parlayan ve hayatı hızla değişen bir satış görevlisinin hikâyesi.
İngiltere’nin Acun’u diyebileceğimiz Simon Cowell, kendi keşfi
olan Paul Potts’un hikâyesini film yapmış.
Filmde Almanya’da yaşayan Türk oyuncu Aslı Bayram da rol alıyor.
Diğer film ise ‘The Hundred-Foot Journey’, Türkçe adıyla ‘30 Adımda Hayat’.
Bir döneme damga vuran ‘Çikolata’ filminin yönetmeni Lasse Hallstrom çekmiş, Helen Mirren başrolde. Fransız aksanıyla İngilizce konuşuyor.
Mimar Frank Gehry, Guggenheim Müzesi’yle Bilbao’yu görülmesi gereken yerler arasına soktu. İstanbul içinde bir proje çizdi ama projesi uygulanamadı. Bugün Gehry’nin son eseri, Paris’teki Fondation Louis Vuitton’dan bildiriyorum
aris’te Eyfel Kulesi kadar ilgi çeken bir yer daha var artık: Fondation Louis Vuitton. LVMH grubunun sahibi Bernard Arnault’nun efsane mimar Frank Gehry imzalı müzesi... Arnault ve Gehry 2001’de görüşmeye başlamışlar, Arnault Bilbao’daki
Gehry imzalı Guggenheim Müzesi’ni gezip de çok etkilendikten sonra.
Girebilmek için saatlerce kuyrukta bekliyorsunuz
Malum, İspanya’nın küçük şehri Bilbao bu müzeyle dünya çapında görülmesi gereken yerler arasına girdi. Bizde ise Suna ve İnan Kıraç, Tepebaşı’ndaki TRT binasının yerinde bir müze yapmak için Gehry’ye proje çizdirdi. Gehry, İstanbul’a gelip gitti ama izinler alınamadığı için proje gerçekleşemedi. O dönemde, Kıraç ailesi TRT binasının yerini almaya çalışırken, Gehry de Paris’te Fondation Louis Vuitton için çalıştığını resmen açıkladı.
Biz İstanbul için Frank Gehry’nin ne kadar önemli olduğunu anlayamadık ama Fransa, Paris için onun değerini bildi. Müzenin tamamlanması ekim 2014’ü buldu. 2015’in
“Türkiye’deki sorun, ciddi anlamda bir stilin olmaması. Dünya üzerindeki tüm moda haftalarına bakın. Sadece defilelere değil, sokakta çekilen kareleri de inceleyin. Milano’yu Londra’dan, New York’u Paris’ten ayırt edersiniz. İstanbul’un akılda kalıcı belli bir tarzı yok. Önce onu oturtmak lazım. Tabii bunu yaparken, ülkenin köklerine göndermeler yapan unsurların da olmalı. Etnik tarzın dibine vurun demek istemiyorum. Sonuçta kimse folklor gösterisinden fırlamış gibi giysilerle ilgilenmez. Modernlikle etnik mirası dengeli ama bir arada kullanmak lazım.”
Yılların moda eleştirmeni Suzy Menkes bir röportajında söylemişti bunları.
Hemen ardından da eklemişti: “Aslında bu durum beni şoke ediyor. İşçiliğin bu kadar iyi olduğu bir ülke, nasıl yaratıcılık konusunda bu kadar yetersiz? Tüm önemli modaevleri üretimlerinin çoğunu Türkiye’de yaptırıyor. Deri konusunda da bir o kadar iddialısınız. Malzeme var, işçilik var. Tasarımcılar için ciddi nimet. Anlamıyorum hâlâ nasıl yerlerinde sayıyorlar.”
Suzy Menkes haklıydı söylediklerinde, ama Paris haute couture haftasında Dice Kayek ve Serkan Cura defilelerini izledikten sonra belki bir nebze fikri değişmiştir. Olumlu şeyler de oluyor,