İlk kez bir orman yangınını yakından gördüğümde küçücüktüm. Yazlık evimizin çok yakınında çıkmıştı, evi bırakıp, bir yol kenarında uzaktan izlemeye koyulmuştuk. O uzak zamanla çok yakın olmaya başlamıştı. Gölgesinde onlarca yıl biriktiren kocaman ağaçların bir alevin ağzında birkaç dakika içinde küle döndüğünü izlemek, füze gibi yolun karşısına fırlayan bir çam kozalağının kilometrelerce öteyi de tutuşturduğunu izlemek... Dehşet, hüzün, çaresizlik, öfke ve korkuyu aynı anda, sabaha kadar yaşatmıştı bana. Okullar açıldığında öğretmenimiz bir kompozisyon yarışması yapılacağını söylemişti. Hayatımda yazdığım ilk kompozisyonla, hayatımın ilk yarışmasına işte o ilk kez izlediğim yangını yazarak katılmıştım. Öyle hüzünlü, öyle acıklı olmuştu ki; okurken hem ben hem de dinleyenler ağlıyordu. Belki de şimdi bir yangını o kadar gerçekçi anlatmaya ne kelimeler ne dilim varır.
Her yer alev alev
Bugünlerde yine aynı duygular sağımda, solumda, yanımda... Aslında bizler hep yaz geldiğinde ve ilk orman yangını haberi ajanslara düştüğünde benzer duyguları yaşarız. “Yine başladı, eyvah!” diye... Ve o korku sezon boyu sürer gider. O ilk yangından sonra sayısını bilmediğim yangına tanık
27 Mayıs darbesi sırasında yolları kardan kapanan bir kasabaya gelen akıl hastanesinden kaçmış iki ruh hastasının kaymakam ve jandarma komutanı sanılmasıyla başlar her şey.
Zaman geçtikçe bu ikisi önce kasabada kurulmuş olan bir sömürü düzenini değiştirmek için basit önlemler alırlar. Dava vekili, ağa, esnaf gibilerinden oluşan bir çetenin, kaymakamı da kafaya almalarıyla yıllardır sürüp giden yağma düzenini bozarlar. Yaptıkları aslında basit ama yasal olmayan şeylerdir. Yasalar bir süreliğine askıya alınır, kaymakam bir diktatör gibi istediği her şeye kendi başına karar verip cezalandıran bir tip haline gelir.
Aslında bu hikayeye çoğumuz uzak değiliz. Cumhuriyet dönemi yazarlarından Cevat Fehmi Başkut’un kaleme aldığı “Buzlar Çözülmeden”de anlatılanlar, yıllar boyu sürüp giden bozuk düzenin, kesinlikle değişmez sanılan yanlışların düzeltilmesinin sanıldığı kadar zor olmadığını, dürüstlük, iyi niyet ve görevin tarafsız yapılmasıyla en büyük sorunların bile kolayca çözülebildiğini gözönüne serer.
Ama görürüz ki böyle bir bozuk düzeni akıllılar değil ancak deliler düzeltebilir.
Sonunda gerçek ortaya çıktığında, halk, kaymakamın gitmesini istemez, “Bunca yıl akıllılardan ne
YAZ sıcağının ortasında, küçük bir mola... Zamana, hayata, koşturmacalara, çekişmelere, yüksek seslere... Urla’da, taş ve anılarla dolu bir mekanda mola veriyoruz. Zafer Caddesi’ndeyiz. Taşlı yolları, cumbalı evleri, eski bir esintiyle insanın yüzüne vuruyor. O yolda yürüdüğünüzde, birbirine bakan komşu evlerle göz göze geliyorsunuz.
Zengin bir Rum tüccarı olan Efendi Kosta’ya ait olduğu düşünülen; iki, aslında ara katı da sayılırsa, üç katlı evin önündeyiz. Dışarıdan bakıldığında pek de gösterişi olmayan yapının, 1800’lü yılların sonlarına doğru konut olarak inşa edildiği düşünülüyor. Geniş odalarının yanında, iki kat arasında sıkışmış gibi duran, hizmetlilere ait olduğu sanılan ara kat kadar, bahçesi de ilgi çekici. Bahçede dolanırken kendinizi zaman makinesiyle bir anda geçmişte bulduğunuzu düşünebiliyorsunuz. ‘Süs havuzu ve taş duvarlardan sarkan yeşilliklere saatlerce dalıp gitmek sıkıcı gelmez’ duygusu da cabası (!)
Artık Urla Müzik
Kızılderililer ‘Birini yargılamadan evvel, yargılayacağın kişinin makosenleriyle dolaş’ demişler.
Nobel Ödüllü yazar Gabriel Garcia Marguez ise ‘Dünyanın herhangi bir yerinde herhangi bir insanın yüzüne patlayan tokadı kendi yüzünde patlamış gibi hissetmiyorsan insan değilsin’ diye ifade etmiş. Reha Yünlüel ise şiirinde;
“Yer değiştirdiğinde/ayna ile insan/gölge ile ten/ölüm ile ölüm/iz ile bırakan/daha bir anlar/bir “yer’i”...
dizeleriyle anlatıyor. Hepsi de kendini başkasının yerine koymayı, yani empatiyi tarif ediyor. Aslında son zamanlarda çok kilişe, herkesin ağzına da pelesenk olan bir kelimeye döndü “Empati” ve “Empati kurmak”
Kendini başkasının yerine...
Empatiyle tiyatroda tanışmışlığım var ilk. Çok da anlaşılır ve kolay ezberlenir bir tanımı vardı: “Empati, bir insanın kendisini karşısındaki insanın yerine koyarak onun duygu ve düşüncelerini doğru olarak anlamasıdır. Empatik iletişimden söz edebilmek için ilk olarak empati kuracak kişinin kendisini
MASAMIN üzerinde iki kitap konuk bu hafta. Zaman zaman; hatta çok bunaldığımda, mola vermek üzere, gazetedeki masamda mutlaka bir kitap durur. Çok canım sıkıldığında sayfaların arasından, uzaklara göç ederim. Masamın üzerinde iki kitap var bu hafta. Biri; “Aşk Halim” diğeri “Benim Şairlerim...”
Halim Yazıcı’nın şairleri
“Aşk Halim”, Halim Yazıcı’nın. Halim Yazıcı, Konak Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler Müdürlüğü görevini sürdürüyor. Ama biz onunla 1998’de Denizli’de tanışmıştık. Denizli Belediyesi, Uluslararası Tiyatro Festivali düzenliyordu. Halim Yazıcı, belediyenin Basın Halkla İlişkiler ve Kültür Müdürü’ydü. Ben mesleğe yeni başlamıştım. İki yıl üst üste gitme şansım oldu festivale. Yanıma kar kalanlardan birisi de tanıştığım dostlar olmuştu. Halim Yazıcı da onlardan biriydi. Sonra İzmir’e döndüğünü duyunca, sevinmiştim. Karşılaşmaların dışında, yazılardan sonra arayıp düşüncelerini söyleme, beğenisini dile getirme inceliğiyle her
GÜNÜBİRLİK, saatlik gezintilerin dışında o güne kadar hiç uzun uzun zaman geçirmemiştim Alaçatı’da. En fazla taş bir pansiyonda, tek gecelik konaklama... Ya da girişteki pidecide birkaç saat oturma dışında yaptığım pek fazla şey olmadı. Mesleğe ilk başladığım yıllarda, Alaçatı Uluslararası Çocuk Tiyatroları Festivali’ni izlemek üzere gidip, ilk kez 7 gün kalmıştım. Tüm zamanımızı Alaçatı’da geçirmiştik. Çeşme’den bağımsızlığını ilk o zaman yaşamıştım. Meydandaki kahvede, pazarda, sokak aralarında, okul bahçelerinde günlerce dolanıp durmuştuk. Alaçatılı çocuklarla çocuk olmuş, kuklalar yapıp, okul bahçesinde tiyatro kurmuştuk. Herkes evinden masa çıkarmış, sokaklar boyu uzayan dev bir mahalle sofrasında son gece yemeği yemiştik.
Dönüşte, “Alaçatı’dan dönüyorum. Yeldeğirmenleri el sallıyor şimdi. Alaçatılı çocuğu düşünüyorum. Güneşten sararmış saçları...” diye başlayan bir yazı yazmıştım çalıştığım gazeteye.
Kalabal
BUNDAN birkaç hafta önce seçimle yeni göreve getirilen İzmir Gazeteciler Cemiyeti Yönetim Kurulu, bir akşamüstü buluşturdu bizi... Aynı şehirde yaşayıp da, telefonla konuşup da görüşemediğimiz pek çok arkadaşımızla; özlediğimiz hocalarımız, ustalarımızla güzel bir akşam geçirdik. Anılar, kahkahalar, eksikler, hüzünlü anlar... Her ne kadar bazen “Kahretsin!” desek de bu mesleği yaparken, neden çok sevdiğimizi anladığımız anlardan biriydi. Biz aslında hepimiz ayrı ayrı köşelerinde olsak da aynı paydada birleşiyor; tüm günü, ayları, yılları birbirimizden uzak geçirsek de hep aynı şeyleri yaşıyoruz. Ve biraraya gelince de hiç kopmamış gibi kaldığımız yerden devam ediyoruz.
İşte İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin Tarihi Havagazı Fabrikası’ndaki buluşma da benzer duyguların yaşandığı bir akşamdı.
Hala ısrarcıyım
Tarihi Havagazı Fabrikası’na açıldığı günden bu yana iki - üç kez gittim. Hepsi de bir akşamüstü buluşması, kokteyl gibi etkinliklerdi. Hatta kentin “kültür
İZMİR’DE en uzun soluklu yapılan işlerden biri... Hele ki uluslararası bir festival! Hem de 23 yıl sürecek... Bu gerçekten bu kentte çok zor... İzmir Kültür Sanat ve Eğitim Vakfı zoru başardı. Uluslararası İzmir Festivali’nin bu yıl 23’üncüsünü gerçekleştiriyor. Onlar tam 23 yıldır Ege’de yaz akşamlarını notaların, dansın ve tiyatronun büyüsüyle buluşturuyor.
13 Haziran’da Ahmet Adnan Saygun Sanat Merkezi’nde “Kodo” nun muhteşem gösterisiyle açıldı festival... İzlemeyi çok istediğim Kodo’yu, ne yazık ki kaçırdım. Anlatanlar bugüne kadar seyrettikleri en etkileyici sahne performanslarından biri olduğunu söyledi. Bense bir kez daha üzüldüm. Anlatanların yalancısıyım ama bir üzücü tespit daha aktardılar. İlk gösteride ilgi ne yazık ki beklenen gibi değilmiş. Dünyanın bir çok yerinde yer bulmanın imkansız olduğu Kodo’da, boş koltukları görenler üzülmüş. Festivalin bu seneki sloganı, “Festival senin için geliyor musun?” diye