Tepenin Ardında’nın konusu Lacan’ın deyişiyle “hakikatin nasıl kurgu gibi inşa edildiği”.
Bunu anlatmayı tercih ettiği mekan ise manzaranın kendisi... Doğanın ortasında tepelere nazır güneyde bir yayla. Ortasından derenin geçtiği...
Filmde manzaranın ele alınış biçimi, akla önce geç Osmanlı izlenimcilerini getiriyor. Mütareke yılları sırasında sayısız İstanbul resmi yapan izlenimciler, manzaraya siyasi ve toplumsal bir anlam yüklediler mi? Bu sanat tarihinde hala yanıtlanmamış bir sorudur. Bugüne kadar yanıtlanmış olan, manzarayı nasıl fırçalarla yapmayı seçtikleridir.
İşgal yıllarında İstanbul manzarasına; Üsküdar çarşısına, Boğaz suyuna karşı duydukları sadakat değildir. Yaşadıkları kentlerinin aynı zamanda çatışma mekanı olmasıyla ilgili duydukları kaygı hiç değildir.
Onlar, benzetildikleri empresyonistlerin aksine manzaraya anlam yüklemiş, neredeyse romantik bir tavırla manzarayı sembolik düzenin mekanı olarak düşünmüş olabilirler. Oysa empresyonistler, manzaradaki anlamı eksiltmişlerdir.
Onu sadece ve sadece göründüğü kadarıyla ele almak, görünürken nasıl değiştiğini belgelemek istemişlerdir. Tepenin Ardında’ki manzara da empresyonistlerin manzarasına ait değil. Bu anlamda Türk sinemasındaki alışıldık güzel manzaralardan da sıyrılıyor.
Bu manzara, hem psişik gerçekliğin hem de gündelik gerçekliğin mekanı olarak çifte var olan bir manzara. Geç-Osmanlı empresyonistlerinden bugüne gelirsek Diyarbakırlı sanatçıların manzarasına benziyor.
Şener Özmen’in figürlerini oturttuğu kimi zaman kendisini yerleştirdiği o manzaraya...
Berat Işık’ın uçsuz bucaksız tarlalarına, bulutlarına, Cengiz Tekin’in manzaralarına...
Bütün bu genç kuşak sayılabilecek sanatçıların ortak noktası manzaraya yükledikleri anlamlar olabilir. Resim yerine fotoğraf kullanmalarıyla resmin mirasını reddederek daha hür bir anlam çoğaltmasına giriştikleri de iddia edilebilir. Katı gerçeklikle rüya dünyası, uyku ile uyanıklık, içerisi ile dışarısı arasındaki gerilime ilişkin aşağı yukarı on yıllık bir çaba bu. Üstelik onların da zemini çatışmanın zemini... Yaşadıkları kent Diyarbakır’ın iç savaşın merkezi olması, manzaraya ister istemez siyasi ve toplumsal anlamlar yüklemelerine, onu üretirken ona yansıtılan sembolik düzeni varsaymalarını gerekli kılıyor. Bu açıdan Emin Alper’le bu saydığım Diyarbakır ekolü sanatçıları arasında dolaysız bir ilişki, bir estetik anlayış yoldaşlığı bulunuyor. Tepenin ardındaki öteki’ye, tepelerin ardında olmayan’a yaptıkları vurguyla iktidara ilişkin her türlü sembolik düzeni fanteziyi yardıma çağırarak bozmak isteyen talepleriyle...
Manzara üzerine bir sergi
Manzara demişken Mine sanat galerisi, Nişantaşı’ndaki mekanında resim tarihimizde “manzara” algısına odaklanıyor. Sergi, Türkiye’de resim sanatı tarihi içinde manzaranın zamansal olarak ne gibi değişimlere uğradığını araştırıyor. Serginin en kıdemlileri arasında Şemsi Arel, Namık İsmail, Cemal Tollu dikkat çekerken Bedri Baykam, Jale Erzen, Yusuf Taktak, Balkan Naci, Bilge Alkor, Tomur Atagök’ün yanı sıra genç kuşaktan Özgül Arslan’ın manzaraya olan yaklaşımları sergileniyor. Seçkinin eksikleri çok. Mesela Mahmut Celayir. Onun pentürde manzara ısrarı üzerine tekrar düşünmek için iyi bir fırsat olabilirdi.