İşe bakın... Adamı geçen hafta “Polemik iyidir” sözleri nedeniyle desteklemiştim. Bu hafta da köşenin manşetine onu çekmek zorundayım.
Lucescu’dan söz ediyorum. Türkiye’ye gelmiş en netameli antrenörden, Türk, Rus, Romen, İtalyan medyasına verdiği demeçlerin her biri marjinal. Sıradışı, sivri, batıcı ve köşeli. Aslında böyle söylemler yuvarlak konuşmalara göre daha yararlıdır. Ne var ki Lucescu sıklıkla ölçüyü kaçırıyor. Haddini aşıyor. İtalyan medyasına verdiği son demeç de polemiğe yer bırakmayan bir çirkinlik örneği olarak karşımızda duruyor.
Şu yabancı futbolcu meselesinden başlayalım. Bakın ne diyor Milli Takım Teknik Direktörü: “Yabancı sınırı getireceğiz. Doğu ülkelerinde bunu yapmadan olmaz. Doğu ülkelerinde yabancısız da olmaz.” Devam ediyor: “Federasyonla bu konuda bir çalışma yapacağız. Ülkede geçerli olan yabancı sayısına bir limit koyacağız.”
Lucescu, iki yıl önce Zenit Teknik Direktörü iken, Rusya’daki yabancı sayısında sınırların kalkması gerektiğini söylüyordu. Sonra bize geldi, yabancıya sınır getirmekten söz ediyor. Görüşünü açıklasa yine iyi... Hayır, haddini aşıyor. TFF’yi de bağlayacak biçimde, “Federasyonla bu konuda bir çalışma yapacağız” diyor. Sanki o çalışma
Bornova, Türkiye’de futbolun ilk oynandığı yerlerden biri. Şimdilerde üniversite kampüsü, sanayi toplumundaki yerleşimler nedeniyle doğa ile iç-içe o yeşil rengini ne kadar koruyabildi, bilemiyorum. Ama dünkü maç biraz da 100 yıllık tarihsel bir geri dönüşümle bol gollü bir gösteriye dönüştü.
Son iki yılın şampiyonu Beşiktaş, bu yıl sıkıntılı ve yavaş bir oyun oynuyor. Maçlarında coşku yaratan gösterilerin yerini, telaşlı koşuşturmalar alıyor. Ancak dün bu tablo biraz değişir gibi oldu. Şenol Güneş, beklenmedik bir sonuca takılmamak için baştan işini sıkı tuttu. Orta alan-merkezde Oğuzhan’ı dinlendirirken Atiba-Tolgay ikilisini tercih etmişti. Oyun akıcı ve yüksek tempolu olmamasına rağmen Beşiktaş’ın hücumda daha etkin ve iştahlı olduğunu gördük.
Göztepe gibi zor bir takım karşısında böyle bir niyetle oynamak, cesaret işiydi. Bir yandan kontrol futbolu oynanırken, öte yandan ofansif fırsatları da kovalıyorlardı. Siyah-beyazlı takımın son haftalarda en çok eleştirilen oyuncusu Talisca, Babel’in kaldırdığı topa ustaca dokunarak takımını öne geçirdi.
Beşiktaş’ın öne geçmesi, zihinlerde soru işaretlerine neden oldu. Acaba ilk golü attıktan sonra takıma yerleşen rehavet duygusu
Heyecan var, coşku var... Tedirginlik de var. Tüm duygular karmakarışık Vodafone Park’ta. Duyguları karıştıran farklı bir durum yok . Beşiktaş’ın oynadığı futbol hem güzellik, hem şaşkınlık... Hem üstünlük, hem zayıflık... Hem doğru, hem de yanlışlarla iç-içe bir maceraydı dün.
Şenol Güneş, Caner Erkin’e izin vermiş, Talisca’yı da kulübede tutarak oyuna Atiba, Oğuzhan, Tolgay gibi hem merkezde, hem de forvet arkasında oynayabilen üç adamla başlamıştı. Oyunun anahtarı da belliydi: Top bir şekilde Quaresma’ya atılacak, onun önlenemeyen çalımlarından sonra ön direğe- arka direğe ortalanacak ve gol aranacaktı. Nasıl olsa Monaco’daki ilk maçta Cenk’le böyle bir gol bulmuşlardı. Ne var ki Q7’den gelen bütün toplar Monaco kalesinin önünde hep Glik ve Jemerson tarafından kesiliyor, ezber çalışmıyordu. Oyunun ilk baskısını atlattıktan sonra Monaco’nun pres gösterisine tanık olduk. Orta alanda, ileri uçta öylesine baskı yapmaya başladılar ki Beşiktaş pas trafiği giderek tıkanıyordu. Top kayıpları birbirini izledi. Önce Tolgay sonra Atiba... Derken Adriano! Brezilyalı’nın pas niyetine ayağından çıkan topu kaptılar ve Monaco 45+1’de Lopes’le golü buldu.
Neyse ki devre arası var... Şenol
Lucescu, geçen hafta yine tartışılacak bir şey söyledi: “Futbolda polemik iyi bir şeydir. Bırakın tartışılsın. Ne güzel, hafta boyunca futbolu tartışıyoruz. O yüzden ben VAR uygulamasına karşıyım.”
TRT’nin futbol programı Stadyum Özel’de Ersin Düzen, “İyi ama hocam” dedi” hem VAR’a karşısınız, hem de Ukrayna maçının hakemi İspanyol Bobalan’a görüntülü itiraz ediyorsunuz” dedi. Sinan Sehatlıoğlu’nun tercümesiyle Lucescu, “Birilerinin bir şeyleri söylemesi gerekiyor” yanıtını verdi.
Lucescu’nun sözleri arasında kaybolmaması gereken bir kavram var: Polemik...
İnsanlık tarihinin en eski konularından biri polemik. Hukukta münakaşa, tartışma, çekişme, sonuçsuz tartışma olarak tanımlanıyor. Siyasal, bilimsel ve yazınsal konulardaki sert tartışma olarak da açıklanıyor.
Batılı kaynaklar, polemiklerin çok yararlı tartışmalar olduğunu, bilimin gelişmesine büyük katkı sağladığını belirtiyor.
Temel bilimler, fizik, kimya, matematik polemik kabul etmeyen kesin hükümlerle dolu alanlar. Ama bilimlerden yararlanarak başa alanlarda (tıp dahil) polemik yaratarak tartışabilirsiniz.
Futbol da temel bilim alanı değil, sadece bir olgu. O nedenle Lucescu’nun polemik öneren sözlerini
Güneş balçıkla sıvanmaz. Beşiktaş’ın fabrika ayarları bozulmuş. Alanyaspor karşısındaki oyunuyla anladık ki şampiyonluğu üçlemeye niyeti olsa da morali yok. Tempo düşük, o hayran olduğumuz hızlı ve seri pas rallisi yok. Uzaktan atılan bir-iki Babel şutu var, o kadar.
Oysa güzel başlamıştı. Oğuzhan’ın derin pasını alan Cenk, sağ-sol ayak değiştirerek kaleci Haydar’ı yatırdı. Sonra da soluyla akıllıca golünü attı.
Beşiktaş’ın hemen her maçta attığı golden sonra uğradığı rehavet hali, dikkat dağınıklığı ve organizasyon bozukluğu durumu 1-1’e taşıyan Welinton golüyle sonuçlandı.
Saffet Susiç, beraberliği bulduktan sonra Beşiktaş’ın geride verdiği açıklara insafsızca (!) yüklendi. Emre Akbaba, Fernandez, Vagner Love, Pepe ve arkadaşlarına meydanı dar etti. Beşiktaş’ta Talisca yine et mi balık mı (yoksa tavuk mu) olduğu anlaşılamayan oyuncuydu. Ne Cenk’in ardındaki 9,5 numara (ikinci santrfor) ne de bildiğimiz 10 numara fonksiyonu... İşsiz ve alakasız bir portre çizdi. Daha da derinden bakarsak... Talisca’nın gelişiyle Beşiktaş’ın beyni Oğuzhan’ın formu da verimliliği de düştü. Sanki Oğuzhan’ın rolü çalınmış gibi. Ama o da tartışmalı.. Talisca rol çalmış olsa bari, hiç değilse bir şeyler
Aman yanlış anlamayın... Başlıktaki deyimi ben uydurdum. Hiçbir bilimsel iddiam yok. Sırf dikkat çekmek adına eğlenceli bir başlık bu. Laf aramızda arkadaşlarla sohbet ederken de bu deyimi kullanırım. Ne demek istediğimi anlarlar, anlayış gösterirler.
Efendim “halet-i psikoloji” deyimiyle üzerinde durmak istediğim konu sporda boş ve loş bıraktığımız bir alanla ilgili. Spor Psikolojisi.
Prof. Turgay Biçer hocamı aradım. Malum, pazartesi gecesi oynanan Beşiktaş - Medipol Başakşehir maçında futbolcu Caner Erkin’in sarı kart sonrası öfkeli söz ve davranışlarının kırmızı kart gerektirdiğini, Beşiktaş’ta bir öfke kontrolu sorunu olduğunu dile getirmiştim. Turgay Hoca’ya bunları anlattıktan sonra yapılması gerekenleri sordum. “-Antrenman, sporcuyu mükemmele götüren kondisyon, teknik ve taktik bilgilerle psikolojik bölümlerden oluşur” dedi, “Bir takımın psikolojik antrenmanı yoksa, o antrenman eksik sayılır.”
Sporcuların öfke kontrolu ve duygu yönetimini öğrenmeleri, özellikle mentor ve psikologlardan yararlanmaları gerektiğini anlattı. Süper Lig’imizde çok az futbolcunun öfke kontrolunu becerebildiğini açkladı. Akla gelen ilk örnekler Fenerbahçeli Mehmet Topal, Galatasaraylı Selçuk İnan ve
Pazar derbisinde Galatasaray’la Fenerbahçe’den mi esinlendiler nedir, Beşiktaş’la Başakşehir oyunun başındaki (0-0) skoru ilk yarıda değiştiremediler. Bu durum akıllara kuşkulu soruları getirdi : Acaba Beşiktaşlı oyuncular maç mı seçiyordu? Şampiyonlar Ligi’ndeki maçlardan çok mu yorgun çıkıyorlardı? Mental olarak iki yükü bir arada taşıyamıyorlar mıydı? Başakşehir’e bakarsak, Abdullah Avcı’nın UEFA Avrupa Ligi’ne boşverircesine Emre, Visca gibi oyuncularını oynatmadan Beşiktaş’a saklaması da merak konusuydu.
Maçın başından itibaren Beşiktaş sıkıntılı dakikalar yaşadı. Evet, daha baskılı, daha arzulu oynuyordu belki... Ancak oyun bireysel çabaların ötesine geçip kolektif bir bütünlük kazanamadı. Başakşehir, Attamah ve Epureanu ile Cenk’i kucaklayınca Beşiktaş kale ağzında hiç de etkili olamadı. Öte yandan Quaresma ile Lens kanat ortalarıyla, Caner attığı uzun toplarla hücum opsiyonları yaratmaya çalıştılar. Hiçbiri işe yaramadı. Beşiktaş’ta Atiba ve Tolgay, orta alanda, oyunun merkezinde ne kesici ne de üreticiydiler. Dünkü maçta derinlemesine dikey bir hücum denemelerini göremedik. Beiktaş’ta en önemli blok, savunmaydı. Kaleci Fabri, Adriano, Tosic ve Caner fazla açık
Tarifsiz kederler içindeyim. Türk sporu çok değerli bir spor adamını kaybetti. Ben de 40 yıllık dostumu!
Atilla Örsel, Cimnastik Federasyonu Onursal Başkanı olarak öldü. Hayatı boyunca eşsiz bir adanmışlıkla bu topluma hizmet etti.
Daha üniversite yıllarında İstanbul Belediyesi’nde çalışırken sendika lideriydi. Sonra ticarete başladı, günün birinde işadamı rahmetli Vehbi Koç’la tanıştı. Koç, Atilla’daki cevheri gördü. Ona önemli bir bölgede bayilik verdi.
Böylece lise yıllarında mekik, şınav, barfiks ve lobutla vücudunu geliştirip cimnastik yollarından geçen Örsel, kazandıklarıyla hem ailesinin geçimini sağladı, hem de -olanakları ölçüsünde- sporculara elini uzattı. Fenerbahçe’de yöneticilik yaptı.
1982’de Tahsin Albayrak’tan Cimnastik Federasyonu Başkanlığı’nı devraldı. 30 yıl gözünü kırpmadan, dur-durak bilmeden hizmet etti.
Bugünkü Suat Çelen’in şampiyonluğunda onun “baba” desteği vardı. Bir çok cimnastikçiye babalık etti. Daha da önemlisi, Türkiye onunla Balkan ve Avrupa şampiyonlukları gördü, Suat Çelen’den İbrahim Çolak’a bir çok cimnastikçinin uluslararası literatüre giren “özel” hareketleriyle gurur duydu. Göksu Üçtaş, Olimpiyat Oyunları’na (Londra 2012) katılan