Doksanlı yılların başından beri, endüstriyel futbol rüzgarlarının da etkisiyle futbolumuzda derbilerin bir hesap-kitap meselesi, tasarım ve proje olarak dizayn edildiğini öne süren tezler günümüzde de tartışma alanını genişleterek devam ediyor.
Bunlardan en önemlisi, takımların birbirinden kopmaması gerektiğini “ticari bir zorunluluk” olarak görme alışkanlığı... Böylece maçlar “manüple” ediliyor. Geridekinin öndekinden fazla uzaklaşmaması adına gereken her şey yapılıyor. Örneğin hakem atamaları da buna göre yapılıyor. Her türlü ceza kararları da derbi takvimine göre ayarlanıyor.
Endüstriyel etki
En önemli endüstriyel etki, “yayıncı kuruluş”un yukarıdaki gerekçelere ek olarak “daha fazla dekoder satma” uğruna derbi maçlara tercih ve ağırlık koyması.
Hemen her derbide tekrarlanan, bir türlü değiştirilmeyen “derbi menüsü” bunlar.
Her neyse...
Hafta sonunda futbolumuzun en büyük derbisi Galatasaray-Fenerbahçe maçı oynanacak.
Monaco Avrupa’nın en zengin kulüplerinden biri. Kulüp sahibi Rus oligarklarından Dimitry Rybolovlev. Sadece eşini boşarken verdiği tazminatı yazalım: 2.6 milyar İngiliz Pound’u... Hadi, patronun servetini bir yana bırakalım, sadece transfer gelirlerinden elde ettiği paraya bakalım : 322 milyon Pound! Biliyorsunuz, Neymar’dan sonra en pahalı futbolcu Mbappe’yi kiralık olarak PSG’ye verdi. Satış opsiyonlu bedel 165 milyon Pound.
Transfer kayıplarına rağmen 100 milyon Pound harcayıp yeni bir kadro kurmuşlar. Takımın değeri 267 milyon Euro.Beşiktaş’ın değeri yarısından daha az: 114 milyon Euro.
Biliyorum, rakamlarla oyaladım sizi. Gerçeği göz önüne getirmekti amacım:
Bizim Süper Lig’in “Ortadirek” Beşiktaş’ı, Avrupa’nın şatafatlı zengini Monaco’yu hem ezdi, hem de üzdü. Paranın saadet getiremeyeceği tezini futbola da yansıttı.
Maç yavaş başladı. Belli ki Beşiktaş’ın gruptaki çifte galibiyeti, deplasmanda Porto’ya attığı üç gol Monaco’nun gözünü korkutmuştu. Beşiktaş ise -bu defa yerinde - bir özgüven duygusuyla oynuyordu. Oğuzhan’ın yerine Tolgay’ı tercih eden Şenol Güneş, maça doğru bir on birle başladığını gösterdi. Atiba ve Tolgay, Beşiktaş’a dikey bir derinlik kazandırdılar.
Milli maç arasıymış, Monaco arifesiymiş, geçiniz. Beşiktaş bir türlü tutturamıyor rotasyonu... Şenol Hoca neresinden tutsa elinde kalıyor.
Gökhan Gönül’ün sakatlığı geçmiş. Ama dönüşü pek sağlam değil. Caner Erkin milli takımda zaten iyi değildi, Beşiktaş’ta dinlenmesi gerekir. Kıyamıyor Şenol Hoca, formayı yine Caner’e veriyor. Beşiktaş’ın bekleri ne savunma, ne de ofansif katkı sağlıyor. Kaygı verici bir durum. Q7’nin dinlendirildiği bir maçta Lens’in canavar gibi olması gerek. Hayır hiç de etkili değil. Topu tutamayan, taşıyamayan, pas alıp veremeyen Hollandalı, sadece hayal kırıklığı yaratıyor. Hele Gökhan’la ikisini sağ kulvarda koşturuyorsanız... Boş verin yani...
Beşiktaş’ın iki santrforu var. Negredo klasik 9 oynuyor. Milli maçta sağ cenaha atanan Cenk Tosun, dün sol kanatta -Babel’e vekaleten- görev alıyor. Pozisyon yokluğunda isterse 5 santrforla oynasınlar, hava!
Özetle, bu rotasyon yaramadı Beşiktaş’a... Vekiller asilleri arattı.
Gençlerbirliği, Beşiktaş’a ters gelen bir takım. Savunmada alan kapatarak, Beşiktaş’ın pas trafiğini keserek sıkıntı yaratıyor. Ahmet Oğuz’un uzun topuyla buluşan Ahmet İlhan sağdan kaleye çapraz bir şut atıyor. Fabri parmak ucuyla
Sorunun yanıtını hemen vereyim: Var. Peki niye soruyorum? Acaba tarihçiler, hukukçular, sosyologlar ve siyasetçiler kadar sporcular da o masanın etrafında toplanabilirler mi?
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, bir yandan siyasetle uğraşıp “metal yorgunluğu” hamleleri yaparken, bir yandan da Almanya ile, ABD ile uğraşıyor. Türkiye’nin uğradığı haksızlıklara yanıt veriyor, çözüm arıyor. Öte yandan askerimiz de TBMM’nin desteğiyle İdlib’e girip kara harekatı ve kararlılık gösteriyor.
Şimdi bir parantez açalım:
Sayın Cumhurbaşkanı gündemin kazanlarda kaynadığı şu günlerde karaciğer nakli operasyonu geçiren unutulmaz haltercimiz, dünya rekorlarını parçalayıp şeref kürsülerine çıkan, olimpiyatta cümle aleme parmak ısırtan Naim Süleymanoğlu’na da ilgi göstermekte, koruyucu özel kıyafetle yoğun bakıma girip hal-hatır sormaktan geri kalmıyor.
Onca görüşme ve telefon trafiği arasında Avrupa Şampiyonu Ampute Milli Takım yöneticilerini ve kaptanını da kutlamayı ihmal etmiyor.
Spor, Cumhurbaşkanı’nın ajandasında her zaman vazgeçilmez bir yere ve ayrıcalığa sahip. Spora duyduğu sevgi, saygı ile inancı ve heyecanı sayesinde ülkenin sportif başarısı için - bazen gereğinden de
Hemen söylemeliyim: Bu maçın en şanslı adamı Mircea Lucscu.
Cezalı. Soyunma odalarına giremez. Basın toplantısına katılamaz, konuşamaz...
Dolayısıyla sorulacak sorulara da yanıt veremez...
Çok soru var sorulacak...
En önemlisi de şu: Maça başlayan onbiri kim belirledi? Kendisi mi, yoksa Tayfur Havutçu mu?
Ömer Toprak’ı kulübede oturtup, Mehmet Topal’ı “zoraki” stoper oynatmanın kıymet-i harbiyesi ne?
Daha da önemlisi... Cengiz Ünder’le Serdar Aziz’i tribüne gönderip önemli bir kanat alternatifini ortadan kaldırma kararını alan kim? Lucescu mu, Tayfur Havutçu mu? Yoksa ağır abilerin görüşü mü alındı bu konuda?
Rusya’daki 2018 Dünya Kupası’na katılma şansımız, her zaman olduğu gibi, pamuk ipliğine bağlı. Türkiye, çok önemli bir aşamada büyük bir engeli aşmak zorunda. Önce İzlanda’yı yenmemiz gerekiyor. Acaba yenebilecek miyiz? Bu soruya kestirmeden “Evet” demek çok zor. Sorunun yanıtı belli: “Mutlaka yenmeliyiz!” Yenersek yine dar ve virajlı bir yol bizi bekliyor. Gözümüz bizimkilerde, kulağımız ötekilerde olacak.
İzlanda neresi? Bence dünyanın sonu ya da başlangıcı. Yenersek, Kupa’ya katılma şansımızı tartışabiliriz. Umutlarımızı yenileyebiliriz. Yenemezsek futbolda dünyanın sonuna geldik demektir. Aman dikkat, hayatın sonu değil...
Oysa çok daha önemli bir süreçten geçiyoruz, pek farkında değiliz. Gözümüz hep I Grubu puan cetvelinde. Asıl süreci gözden kaçırıyoruz.
Milli Takım, istesek de istemesek de kabuk değiştiriyor. Gençleşiyor, yeni yıldız adaylarıyla geleceğin yolculuğuna çıkıyor. Alışılmış isimlerle en çok play-off hedefli maçların dışında genç, güçlü ve uluslararası yeterlilikte bir takım çıkarabiliyor muyuz? Buna bakmalıyız.
Mircea Lucescu, göreve başladığında 2000’li yıllara gönderme yapmış, Milli Takım’ın omurgasını oluşturan Galatasaray’ı örnek göstermişti. Bugün elinde omurga
Vodafone Park’ta dürüst bir derbiye tanık olduk. Şimdi bu derbi sözcüğüne karşı çıkanlar, takılanlar olabilir. Ama “galat-ı meşhur” denen bir deyim de var.
O nedenle Trabzonspor’un “Üç Büyükler” ile yaptığı her maçı “derbi” olarak değerlendirmek doğrudur.
Her iki takım da zor durumda geldiler santraya... Beşiktaş’ta Şenol Güneş, gergin derbinin bedelini ödüyordu, tribündeydi. Trabzonpor Teknik Direktörü Ersun Yanal da “bıçak sırtında” zor günler geçiriyordu. Konuk takımda Alanyaspor karşısında uğradıkları 4-3’lük yenilginin baskısı vardı. Beşiktaş’ta üç yerleşik oyuncu Quaresma, Atiba ve Oğuzhan “kırmızı”dan cezalıydılar.
Nereden bakarsanız bakın, bu maçın dürüstçe oynandığını, golleriyle, şutlarıyla çekişmeli bir futbola tanık olduğumuzu söylemeliyiz. Türkiye’nin en iyi hakemi Fırat Aydınus’un maçın önüne çıkmamak, kırmızı kartlara takılmamak gayreti de ilginçti. 19. dakikada Talisca’nın Kucka’nın dizine vurması bir kırmızıyı gerektiriyordu. 73’te ise Okay Yokuşlu’nun Cenk Tosun’a müdahalesi, ikinci sarıdan kırmızıyla değerlendirilmeliydi. İki takım da maçı 11 kişi bitirdiler. Bakalım yöneticiler şimdi ne diyecek?
Oyuna gelirsek... Berabere biten bu maçın kazananı Trabzonspor’dur
Zembereği boşalmış saat gibiydi Fenerbahçe. Sanki tüm enerjisi, motivasyonu, yaratıcılığı ve bitiriciliği Kadıköy’deki son maçta tükenmişti.
Oradan Manisa’ya elleri boş gitmiş gibiydiler. Statik, durgun, yavaş ve tek düze bir oyunla idare ettiler. Oysa zirve için idare etmek değil, hükmetmek gerekiyordu. Fenerbahçe topa sahip oldu ama, sahip olduğu topu iyi kullanamadı.
Mehmet Topal ve Ozan Tufan oyunun merkezini savunmaya yaslanmış -içbükey- bir tabloya dönüştürdüler... Mehmet Ekici de dripling yerine uzaktan şut denemelerine girişince gol umutları azalıyordu.
Fenerbahçe gol için ceza alanına girmeden, adam eksiltmeden, Janssen’i pozisyona sokmadan sadece uzun topa dayalı bir anlayış sergiledi ilk yarıda. Duran toplarla ya da akan oyunda Valbuena ile golü bulmak istediler. Akhisar savunması da ezber ortaları Caner ve Mustafa Yumlu ile kolayca karşıladığı gibi sık sık oyun kurarak hücum opsiyonunu da denediler.
TM Akhisar’da Ömer Bayram ve Olcan Adın kanatlarda savunmanın kestiği toplarla buluşup Fenerbahçe üzerinde baskı oluşturdular. Ne var ki karşı tarafta Janssen’in yaşadığı dram, ev sahibi takımda da Henrique’nin başına geldi.
Okan Buruk’un ilk hamlesi de