İnsan türünün bir yarısının diğerinin doğuştan sahip olduğu bütün hakları elde etmek için ömür boyu mücadele etmek zorunda olması size de tuhaf gelmiyor mu? Yüzde elli şansınız var; erkek olarak dünyaya gelip kendinizi evde, işte, sokakta, toplu taşıma aracında, hayatın her alanında ayrıcalıklı hissedebilir ya da kadın olarak doğup bu alanların her birinde “Ben de varım,” demek için kırk cephede birden savaş verirsiniz.
Adeta dünya erkeklerin babasının evi, kadınlar misafir gelmiş. Üstelik pek de istenmeyen misafirler, öyle baş köşeye kurulamıyorlar, sığıntı gibi bir kenara ‘ilişiyorlar’. “Allah’ın evi” olarak kabul edilen ibadethanelerde bile doğru düzgün yerleri yok.
Bununla mücadele eden; “Camilerde yoksam kamusal alanda nasıl var olabilirim?” diye soran kadınların kurduğu bir platform var; “Kadınlar Camilerde” adı. Dertleri, kadınların camilerdeki koşullarını iyileştirmek.
Geçtiğimiz günlerde, Fatih Camii’nde bir sütuna yaslanmış soluklanan dört kadının imam tarafından kovulmasıyla yeniden gündeme geldiler. Önce imamdan “Erkekler şikayetçi oluyor, kalkın arkaya geçin,” diye başlayan, “Şeytan insanın damarında gezer diyor peygamberimiz, siz ondan iyi mi bileceksiniz?” diye de
Gençliğini ‘90’larda yaşamışlar için kült bir radyo programından fazlası, bir yaşam biçimiydi, ‘Kaybedenler Kulübü’. Hele hele Kadıköy çocuğuysan... Ya da Beyoğlu’ndan katılıyorsan programa.
Programın ‘standarttan ayrılmayan’ yapımcıları Kaan Çaydamlı ve Mete Avunduk’un hayatlarını anlatan filmi de bağrımıza basmıştık dolayısıyla, 2010 yılında. Aradan sekiz yıl geçti, Kaan ile Mete bir kez daha beyaz perdede. Bu kez yönetmen koltuğunda, Kaan ve Mete’yle birlikte ‘Kaybedenler’ sacayağını tamamlayan Mehmet Ada Öztekin var. Dolayısıyla karakterlere de daha ‘içeriden’ yaklaşıyoruz.
Nejat İşler ve Yiğit Özşener’e bir eldiven gibi oturan kahramanlarımız, bu kez yollara düşmüş durumdalar. Olimpos’tan yola çıkıyoruz biz de onlarla birlikte, motorlara atlayıp ve Allah nereye dediyse oraya doğru gidiyoruz. Onlar “Çok yalnızız” deseler de, tabii ki hayatlarının olmazsa olmazı güzel kadınlar eşliğinde.
Kaan’ın gönlünü kaptırışına tanık oluyoruz, Hande Doğandemir’in canlandırdığı Sevda’ya. Mete’nin ise hayatında bir türlü sevgilisi olduğunu kabul edemediği Gaye (Merve Çağıran) var. Aslında kendisine çok iyi gelen bu kadını hırpalamaktan, bıraksa güzel bir ilişki olabilecek bu ‘ilinti’yi
Geçen gün Twitter gibi mecralarla çok fazla haşır neşir olmayarak ruh sağlığını muhafaza eden bir arkadaşımla konuşuyoruz, bir şekilde Dubai’den dönerken düşen uçaktaki genç kadınların ölümünün tartışma konusu olduğunu fark etmiş fakat detayları bilmediği için anlamakta güçlük çekiyor.
Şöyle bir diyalog geçiyor aramızda: “Düşen uçakta ölenlerle ilgili kötü şeyler söyleyen mi oldu?” “Çok.” “Neden?”
Sessizlik... Makul olmasa da cümle içinde saçma durmayan bir cevap bulmaya çalışıyorum. “Zenginler ya” diyorum, çok anlamsız kaçıyor. “Hani işte bekârlığa veda partisi için özel jetle Dubai’ye gidecek kadar zenginler”. Eee? Yok yani bu katıksız nefretin akla uygun bir sebebi.
“Şehitler varken” diyorlar, “Onlara üzülmezsiniz ama” diyorlar, “Zengin çocuğu değiller tabii ondan” diyorlar, diyorlar da diyorlar. Şu ülkede bir gelir eşitsizliği olduğu bütün milletin aklına bu 11 kadın ölünce dank etti. Ondan önce demek kimsenin özel uçağı yok, herkes aynı derecede fakir zannederek rahat ediyorlardı, bu bilgi adalet duygularını sarstı. Hem de şehitler varken...
“İkisine birden üzülemiyor muyuz?” diye soruyor arkadaşım bu sefer. “Üzülemiyorsun” diyorum, “Üzülemiyorsun, ya o ya bu, seçeceksin
Sofokles’in intikam temalı tragedyası ‘Elektra’, Işıl Kasapoğlu rejisiyle İstanbul Devlet Tiyatrosu sahnelerinde.
Aşk, ihanet, intikam, cinayet ve akla gelebilecek her türlü melanet, insanlık tarihiyle yaşıt olduğundan Antik Yunan tragedyaları da bütün bunları bol miktarda içinde barındırarak dünün ve bugünün karanlığına ışık tutmaya devam ediyorlar. Hani neden eskimiyorlar, bundan eskimiyorlar. Bir “Elektra”, hiçbir zaman “Şimdi zamanı mı?” dedirtmiyor. Hep zamanı.
Elektra’nın babası, Troya Savaşı’nın muzaffer kumandanı Agamemnon, karısı Klytaimnestra tarafından öldürülmüştür. Elektra, annesini ve “kutsal evlilik yatağını kirlettiği” aşığı Egistos’u asla affetmemekte, onları yönetimindeki sarayda mutsuz bir esaret hayatı sürdürmekte ve güvenliği için küçükken uzaklara gönderilen kardeşi Orestes’in yurda dönüp babalarının intikamını alacağı günü beklemektedir. Sonunda Orestes döner dönmesine ama bir vazo içindeki külleriyle. Tabii acaba bu küller sahiden onun mudur?
Sadakat ve saygıyla
Sofokles’in en ünlü tragedyalarından ‘Elektra’, aynı metni 10 yıl önce İzmir DT’de de sahneleyen usta yönetmen Işıl Kasapoğlu’nun rejisiyle bu kez İstanbul Devlet Tiyatroları sahnelerinde. Ve tam da
İnsanların neden taksi yerine Uber kullanmayı tercih ettiğini anlamayanlar için uygulamalı ders gibi günler yaşıyoruz.
Ne diyorduk, başta, huzur ve güvenlik gibi kaygılar geliyordu. Arabasına bindiği insana güvenmek, olur da ben bununla bir anlaşmazlık yaşarsam kafama levyeyi indirir mi gibi endişelerden uzak seyahat etmek, beklenti bu kadar basitti.
Ama ne oldu, kendi sistemlerinden kaynaklı bütün sorunları, suçu Uber’e yükleyerek çözmeyi seçen taksicilerimiz kendi çözümlerini de üretip Uber’lere saldırmaya başladılar. Önce içinde yolcu olan araca bıçakla. Ardından yolcu almaya gidene silahla. Başka gün otogardakine dayak atarak.
Tabii çünkü kaba kuvvet her şeyi çözer. Şoförü tehdit edersin, yolcuyu da korkutur, sindirirsin, bak bir daha biniyor mu.
Ama biz zaten tam da bunu anlatmaya çalışıyoruz: Korkuyoruz, hele hele tanıdığımız duraktan olmayan taksiye el ederken. Kafası kızınca bıçağa davranan birinden söz ediyoruz. Tut ki yolu uzattı, nasıl tartışacağım ben bu adamla?
Saldırılar sonrası Uber’in global şirketinden yapılan ilk açıklama “Önceliğimiz sürücü ortaklarımızın yanında durmak, onlara gereken hukuki yardımı sağlayıp destek olmaktır” şeklindeydi.
Taksici örgütlerinin de işler
İnsan günümüz dünyasında ne derece dönüp yakın geçmişe bakmak ister, emin değilim. Muhtemelen unutmak istediğiniz bir dolu olayla doludur, 2016-2017 eğitim-öğretim yılı. Ama iyi tarafından bakalım, belki “Oh bunları da atlattık, yıkılmadık ayaktayız” demek için tercih edilebilir mesela. Ya da yıla bir de Zaytung’un gözüyle bakıp muhtelif ağlanacak hallere bir kahkaha patlatmak için...
Sözü getirmeye çalıştığım yer, April Yayıncılık tarafından basılan ‘Zaytung 2016-2017 Almanak’, Hakan Bilginer tarafından The Onion News’den ilham alarak kurulan ve 10’uncu zafer yılını kutlamak üzere olan Zaytung’un geleneksel yıl sonu toplamalarından biri daha.
Bilmeyen olduğunu sanmıyorum, memleketin en hızlı sahiplenilen haber kaynaklarından biri oldu Zaytung ama özetle söylemek gerekirse, bir mizahi haber sitesi bu; kendi tanımlarıyla ‘dürüst, tarafsız, ahlaksız haber’ veriyorlar. Yıl sonunda seçme haberlerden hazırladıkları almanaklarla da arka kapaktan okuyacak olursak, ‘Yakın tarihin mümkün olan en katlanılabilir versiyonunu kağıda basılı halde okura sunmayı’ amaçlıyorlar. Hâlâ basılı kağıdın kıymetini bilen birilerinin olması bile Zaytung haberi gibi güzel. Zaten Hakan Bilginer de geceleri
Egemenlik sözcüğünü cümle içinde kullanma âdetiniz var mıdır? Bana -muhtemelen ilkokulda ilk kez o şekilde duyduğum için- Atatürk’ün “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” cümlesini çağrıştırır, bundan da ilk anlamamız gereken; “hâkimiyet” anlamına geldiğini bilmesek bile, insanın kendi elinde bulundurması gereken bir şey olduğudur. “Biri olsa da egemenliği altına girsek” demeyiz, değil mi? Kimsenin hâkimiyeti özlenesi bir şey değildir zira. Ne milletler için, ne de bireyler için.
Hal böyleyken, biz tam da 8 Mart Dünya Kadınlar Günü arifesinde neden bunu konuşuyoruz? Memleketin her dem en popüler figürlerinden Hülya Avşar karşısında oturan dünyanın en medeni erkeklerinden Mehmet Aslantuğ’un şaşkın bakışları altında kadının erkek egemenliğine gireninin makbul olduğunu anlattığı için. “Tamam” diyor, “Kadın çalışsın, eve para getirsin ihtiyacı varsa ama ben şeyciyim...” Neyci kendisi? “Erkek çalışsın, kadın evde çocuklarını kendi büyütsün, yemeğini yapsın, kocasını karşılasın”cı.
Yazık, Mehmet Aslantuğ çaresizce muasır medeniyet seviyesinden dem vuruyor, olmadı kadının üretime katılmasının öneminden söz ediyor, yok, mümkün değil. Tabii yapmasın demiyor Hülya Hanım da hobi
Hâlâ tiyatronun öldüğünü ya da modasının geçtiğini iddia edenler varsa, Baba Sahne’nin ‘Bir Baba Hamlet’ini görmeleri lazım.
Gören herkesten duyduğum cümle, tepine tepine güldükleri, gülmekten helak oldukları, gül gül öldükleri şeklindeydi. Şevket Çoruh’un varını yoğunu ve tabii ki en çok yüreğini ortaya koyarak, dostlarının da desteğiyle açtığı Baba Sahne’nin ilk oyunu ‘Bir Baba Hamlet’, sürekli kapalı gişe oynuyor ve bir görenin bir daha görmek isteyeceği bir tat bırakıyordu ardında, anlatılanlara göre.
Kendi deneyimim, az söyledikleri yönünde. Evet, ‘Bir Baba Hamlet’ çok güldüren bir oyun. Ama asla bu kadar değil.
İki kalas, iki heves
Alman yazar Sebastian Seidel’in ülkesinden ve dünyada sayısız prodüksiyonu yapılan oyunu ‘Hamlet for You’, özgüvenleri boylarından büyük iki aktörün ‘Hamlet’ sahneleme çabasını anlatıyor. Biri bu tam olarak iki kalas, iki hevesten oluşan topluluğun patronu ve diğerini yevmiyesinin keserek ya da duruma göre ikiye katlayarak denetim altında tutmaya çalışıyor. Yeteneğinin sınırlarına bakmadan ‘doğru düzgün’ bir Shakespeare sahneleme iddiasında. Diğeri, meydanı boş bulduğu anda oyunu bir rock ya da arabesk müzikale çevirme tehlikesini bünyesinde