Craft Tiyatro’nun yeni oyunu ‘Killology’, adını taşıdığı acımasız bilgisayar oyununun yollarını kesiştirdiği üç insanın hikâyesini anlatıyor.
Yıllar önce çalıştığım bir yerde bilgisayar oyunlarıyla haşır neşir bir ekip vardı, 30’una merdiven dayamış kocaman adamların birine kızdıklarında öfkeyle yerlerinde zıp zıp zıplayıp bağırdıklarını hayretle izlediğimi, bunu da sonunda o oyunlara bağladığımı hatırlıyorum. Hani mümkün olsa üç kere ateş edip, “Geber, geber, geber” diye haykıracaklar.
O yüzden birçok çocuğun hayatına mal olan Mavi Balina dehşet verici ama şaşırtıcı değil. Yaşı kemale ermiş insanlar için bile gerçek hayatla oyun arasındaki sınır çok keskin değilken çocuklar ve ergenler için nasıl olsun?
Öldürme oyunu
‘Killology’, tamamen öldürme üzerine kurulu bir bilgisayar oyunu. Ama öyle çek silahı, ateş et şeklinde değil; ne kadar acılı ve yaratıcı öldürme biçimleri icat edersen, o kadar puan alıyorsun. Bu alandaki hayal gücün kadar başarılısın oyunda. Üstelik kurbanın acı çeker, bağırır, yalvarırken gözlerini ekrandan kaçırdığın anda puan kaybediyorsun. Yaptığın şeyle yüzleşmen gerekiyor yani. Tam da bu nedenle, yaratıcısı Paul’a göre geliştirdiği oyunda ahlaki olmayan hiçbir
Bir başkent nasıl bu kadar sakin ve huzurlu olabilir? Vilnius’ta kendime sorduğum ilk soru bu. Üç günün sonunda Litvanya’nın başkentinden ayrılırken bazı cevaplarım var. Tabii ki birincisi insan insan üstünde olmadan yaşayabilecek kadar nüfusa, dolayısıyla da bu nüfusa yetecek eğitim, iş ve sosyal yaşam olanaklarına sahip olmaları. Bu aslında tek başına bir sürü şeyi açıklıyor.
Hakikaten enteresan bir huzur ve güven ortamı hakim şehre. Kaldığımız otel Cumhurbaşkanlığı Sarayı ve üniversiteyle aynı sokakta, öyle düşünün. Üçü yan yana sıralanıyorlar ve ortada herhangi bir ‘güvenlik’ gücü görünmüyor. Eurostat’ın araştırmasında en ‘yaşanası’ Avrupa şehri seçilmesine şaşırmamak lazım.
Vilne Deresi kentin ortasından nazlı nazlı akadursun, üzerine çiftlerin aşklarının sembolü kilitler astığı bir köprü sizi “Uzupis Cumhuriyeti”ne buyur ediyor. Yazıyor üzerinde; “Uzupio Respublika”. Dünyanın en elini kolunu sallayarak girebileceğin cumhuriyeti.
Efendim burası bir zamanlar yoksulların, evsiz barksızların yaşadığı bir bölgeymiş. Özellikle Litvanya’nın tüm izlerini yok etmek için canla başla çalıştığı Sovyetler Birliği zamanında. Daha sonra düşük kiralar nedeniyle sanatçılar taşınmaya başlamış
Cihangir’in göbeğinde küçücük bir sahne, sağda Caravaggio’nun keman çalan melek figürü, sol tarafta bir piyano. Piyanist Önder Cebeci Purcell notalarıyla açıyor geceyi. Bir klasik müzik konserine geldiğimizin bilinciyle sessiz sakin, efendi oturuyoruz koltuklarımızda.
Derken o meleklerden biri şarkı söylemeye başlasa, nasıl bir ses çıkarmasını bekliyorsak öyle bir ses geliyor kulisten. Işıltılı kostümü ve melek tacıyla Nuri Harun Ateş beliriyor sahnede. Popla klasik müziği birleştirdiği programlarından da biliyoruz onu, dünyadaki 50 kontrtenordan biri. Ve bu gece bize ‘Barok Masallar’ anlatacak.
Nuri Harun Ateş, bizi Vivaldi’den Handel’e, Purcell’den Bach’a, Barok dönemde dolaştırıyor, biz yavaş yavaş o “Klasik müzik kıpırdamadan dinlenir”, ezberinden çıkıp gevşiyoruz. Çünkü parça aralarında gerçekten masallar anlatıyor. Kah o dönemden kah kendi hayatından. Bir bakıyoruz ‘Hannibal’ filmindeyiz, Handel’in müziğiyle, bir bakıyoruz Nuri Harun Ateş’in kendi sesinin kontrtenor olduğunu ilk kez fark etmesini sağlayan ‘Farinelli’den meşhur ‘Lascia Ch’io Pianga’nın notaları arasında. Çocukluktan beri Ajda Pekkan hayranı olan Ateş, süperstarın bayıldığı ‘Farinelli’ filminden aryalar
Can Özden’in Galata Perform’un Yeni Metin Yeni Tiyatro Atölyeleri kapsamında yazdığı ‘Ailemizin En Güzel Sırrı’, seyirciyi babanın ölümüyle bir araya gelen bir ailenin sırları arasında gezdiren bir kara komedi.
"Burada olmak istemeyen bir ailenin trajikomik hikayesi.” Sanıyorum bu oyunu da en güzel tanımlayan cümle bu, hatta çoğumuzun hayattaki yerini de en güzel tanımlayan cümle bu. Bir düşünün, kaç kere kendinizi tam da olmak istediğiniz şehirde, oturmak istediğiniz evde, hayalinizdeki işi yapar ve yaşamak istediğiniz hayatı yaşarken buldunuz? Hep bir “Şu olsa da...” yok mudur? Ne bileyim okulun bitmesi, emekliliğin gelmesi, ikramiyenin çıkması, bir şey olacaktır ve siz nihayet yaşamaya başlayacaksınızdır.
Oyunumuzdaki ailenin üç bireyinin de böyle beklediği bir şey var. Anne, oğul ve kız adeta hayatı beklemeye almışlar, ‘o gün’ gelecek, dertler bitecek yeni bir hayat başlayacak diye diye gün geçiriyorlar. Babanın ölümü onları bir masa etrafında toplayana kadar.
Baba gitti, ne olacak?
Fakat böyle anlattığımızda hayal edeceğiniz gibi bir masa değil bu üçlünün toplandığı. Şarkılarla kurulan neşeli bir kahvaltı sofrasından, pencereden içeri girişini neredeyse elle tutabileceğimiz
Milli takımdan ayrılırken bizlere ‘adamlığını’ bıraktığını açıklayan Arda Turan, gene sosyal medyada çok konuşulan bir harekete imza atmış: İki hafta önce evlendiği eşi Aslıhan Doğan’a soru sormaya ‘cüret’ eden muhabiri tehdit etmiş! “Senin kafanı gözünü kırarım, karımla konuşuyorsun” demiş.
Ne demiş olabilir acaba muhabir bunu hak edecek? İnsanın aklına türlü türlü münasebetsizlik geliyor değil mi, bir insanı karşısındakinin kafasını gözünü kıracak kadar çileden çıkarabilecek. Halbuki olan şu: Muhabir sade bir törenle evlendikleri için, “Aslıhan hanım, hayalinizdeki düğün nasıldı?” diye soruyor. Sıradan bir magazin sorusu. O da eliyle ağzını fermuarla kapama işareti yapınca, “Arda bey konuşma yasağı mı getirdi?” diye soruyor. Haber çıkartmaya çalışıyor işte kendisine, işi bu, anlaşılmayacak bir şey değil. En fazla şaka diye gülüp geçersin.
Ama sorunun yöneltildiği Aslıhan hanımın anlaşılan söz hakkı yok. Onun yerine cevap veren Arda bey de şaka kaldıracak bir yapıda
ya da durumda olmasa gerek ki, “Edepli ol, ne demek yasak” diyor, “Senin kafanı gözünü kırarım, karımla konuşuyorsun”.
Söz konusu soruda herhangi bir edepsizlik olmadığına göre, belli ki Arda beyin karısına herhangi bir
Bir şeylerin toplumda değiştirici, dönüştürücü etkileri olduğundan söz edeceksek, bunda başı karşısında saatler geçirilen televizyonun çektiğini herhalde hepimiz kabul ediyoruz. En çok da RTÜK kabul ediyor olmalı ki, çocukları, gençleri alkolden, sigaradan ve küfürden korumak uğruna kuş uçurtmuyor ekranlarda.
Aynı hassasiyeti şiddet sahnelerine de göstermelerini dilerken, sözü TÜSİAD’ın Televizyon Dizilerinde Toplumsal Cinsiyet Eşitliği projesine getirmek istiyorum. Toplumda kadın-erkek eşitliğinin sağlanmasını ‘demokratik gelişmişlik, kapsayıcı büyüme ve sürdürülebilir kalkınmanın vazgeçilmez bir unsuru’ olarak gören TÜSİAD, değişimde televizyon dizilerinin çok önemli bir yeri olduğunu düşünüp, Kadir Has Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyeleri Doç Dr. İrem İnceoğlu ve Yard. Doç. Elif Akçalı’ya ait araştırmanın sonuçlarını paylaşmıştı.
Sonuç tabii ki şaşırtıcı değildi. Kadın karakterleri yüzde 80 oranında iş yerinde göremiyorduk, ev işi içerikli sahnelerin yüzde 92’si kadın karakterler için, iş içerikli söz ve eylemlerin yüzde 82’si erkek karakterler için yazılıyordu.
Mecbur olmasa niye çalışsın?
Zaten şöyle bir düşündüğümüzde, en çok izlediğimiz dizilerde kadınların
Gün oluyor, hatta sıkça oluyor o gün, sağınız solunuz, baktığınız her yan içinizi karartıyor. Hiçbir şey iyiye gitmiyormuş gibi, kıştan bahar çıkmayacakmış gibi, bulutlar dağılmayacakmış gibi geliyor.
Haberlere bakıyorsun iki dakika; genç bir kadının burnunu kıran eski sevgilisi serbest bırakılmış. Dünyanın en eski tapınağı Göbeklitepe’ye beton dökülmüş. Beylikdüzü’nde bir kadın, “Seni evine götürelim” diyen polisin tecavüzüne uğramış, devriye arabasında!
Hani hiç mi iyi bir şey olmuyor? Gelen günler sürekli gidenleri aratacak mı, kimseye mi güvenemeyeceğiz, derken küçük bir logo çarpıyor gözüme, mavi beyaz, aydınlık: big. Açılımı: Bir işe giriştik.
Baktım, youtube kanallarında “İçindeki gücü keşfet” diye bir açılış videoları var. “Eyvah” dedim “Gene bir yaşam gurusu bize neyi nasıl yaparsak hayatta kazanan insan olacağımızı anlatacak”.
Ama yok, videoda gencecik çocuklar var, bu bir öğrenci komitesi. Elif Aleyna Duman ile Berke Yağız Sevim adlı iki Bahçeşehir Üniversitesi öğrencisi, bu işe ilk ‘girişenler’. Onları bir araya gelmeye iten, büyük şehirler, özellikle İstanbul ile Doğu bölgelerindeki öğrenciler arasındaki fırsat eşitsizliği. Amaçları, farklı ilgi alanlarından ortak dünya
‘Mutluyduk Belki Bugüne Kadar’, yedi arkadaşın cep telefonlarını ortaya koyduğu masaya dökülenleri anlatan gerilimli ve eğlenceli bir komedi.
Herhalde biz de aslında farkındayız, cebimizde hayatımızın bir ‘karakutusuyla’ yaşamanın saçmalığının ki, cep telefonu - insan ilişkisi filmlerde, oyunlarda sık sık masaya yatırılır oldu. Gün onunla başlıyor, onunla bitiyor. Uzmanlar “Uyumadan önce en az bir saat uzak kalın” dediği için yoksunluk krizleri yaşanıyor.
“Hadi bugünü telefonsuz gün ilan edelim”, basbayağı “Felekten bir gün çalalım” anlamına gelecek durumda. Ki ilk denemede insanın o günle ne yapacağını bilemediği de aktarılan deneyimler arasında. Twitter yok, Facebook yok, Instagram yok, Whatsapp yok, ıssız adaya düş daha iyi.
Ve tabii bütün bu saydığımız ve saymadığımız mecralarda biriken eş - dost - uzak ve yakın tanıdık - hatta tanımadık - insan birikimi, onlarla yapılan gerekli - gereksiz, açık - gizli yazışmalar. Kabul edelim, o kutunun içinde bizden ayrı bir insan yaşıyor, belki karşılaşsak hoşlanmayız bile kendisinden. Arkadaşlarımız, sevgilimiz, karımız, kocamız sever mi, o da muamma.
Bu konuda yazılmış en basit gibi görünen fikirden yola çıkıp muazzam bir matematikle