Bunu söylemek çok acı ve utanç verici ama maalesef içinde çocuk ve istismar geçen haberler artık medyanın gündelik akışında kendine rutin bir yer edinmiş durumda. Kadın cinayetleri gibi tıpkı.
Başlığını görünce bir an tereddüt ediyor, “Bir dakika, bu hangisiydi?” diyorsunuz. Hani halihazırda bildiğimiz bir istismar haberi mi, yoksa bir yenisi daha mı? Olayın gerçekleştiği ilin adından ve mağdurun yaşından ayırt edebiliyorsunuz genellikle. “Yer Adana – yaş üç” mesela.
O hale geldi ki artık bir çocuğun; üç yaşında bir çocuğun tacize – tecavüze uğraması bu toplumun dehşete kapılmasına yetmiyor. Olur ya belki rızası vardır, bunu bile geçirebiliriz aklımızdan. Ama eğer öldürülmüşse, işte onun bir infiale yol açma ihtimali var.
Adana’da bir düğün sırasında istismara uğrayan çocuğun kimin tarafından uydurulduğu belli olmayan detaylarla bezeli hikayesinde olduğu gibi. Böyle birileri var, kasıtlı olarak mevcut haberleri çarpıtıyor, olmayan şeyleri olduruyor, sosyal medyayı bir yalan - yanlış haberler çöplüğüne çevirip herhalde eserleriyle gurur duyuyorlar.
İnsanın aklına gelir mi böyle acı bir olaya uyduruk detaylar eklemek? Bu arkadaşların geliyor. Önce hastaneden haberler uçuruyorlar mesela.
Her köşesine mutsuzluk sinmiş bir ev... Hay atının tek anlamı akşama ne pişireceğini düşünmek olan, ağzı var dili yok bir kadınla her gün tam olarak aynı saatte işten dönüp kendisi için hazırlanmış şahane sofraya suratsızca çöken, karısıyla iletişimi sözcüklerle değil homurtularla kuran bir adamdan oluşmakta.
Monotonluktan boğulan bu kutsal ailenin sevgisiz yuvasına buyur ediyor, Ümit Ünal bizi. Hakikaten perdeden çıkıp sizi de içine çekiveren bir kasvet hakim her yana. Bir tek Neslihan’ın hayalleri var renkli, kendisini bir televizyon sunucusu gibi gördüğü, şahane yemek tarifleri verdiği, gerisi tekdüze, boğucu, karanlık.
‘Umutsuz ev kadını’
İstanbul Cihangir’de büyümüş bir kadın Neslihan. Belli ki, hayattan beklentileri varmış ama kocasının peşinden Anadolu kasabalarında geçmiş ömrü. Mükemmel bir aşçı, fedakar bir eş, vefalı bir komşu, aslında tam bir ‘umutsuz ev kadını’ olabilmiş. Yine de bu kendisini yok sayan hayatın dışına çıkmayı aklının ucundan bile geçirmiyor. Ta ki kocası dört dörtlük hizmet gördüğü bu evlilikten sıkılıp, onu terk etmeye karar verene kadar. Ondan sonra o tatlı, munis ve sessiz kadının içinden hayret verici ve ürkütücü bir
Bir insanın -ve bir toplumun da- mizah anlayışı zekâsı kadar merhamet, vicdan, şefkat gibi duygularıyla doğru orantılı. Bunlardan yoksunsan, seni en çok başkalarının düştüğü zor durumlar, onların hataları, dil sürçmeleri, hatta kayıp düşmeleri güldürüyor. Düşünmene, güzel kafacığını yormana gerek yok, bir muz kabuğu yetiyor kahkahayı patlatmana. Bir de acımasız olman tabii.
En çok izlediğimiz komedi filmlerinden, gül gül öldüğümüz dizilerden bizim durumumuzu tahmin etmek zaten mümkündü, sosyal medya çıktı çıkalı iyice ortaya döküldü, biriyle alay etme üzerine kurulu izah anlayışımız. En son da koca koca adamların kadınların, olsa olsa ortaokul çağında bir kız çocuğuyla tepine tepine gülerek eğlenmeleriyle doruğa ulaştı.
Küçük kız, yanında yöresinde kitaplarla oturmuş bir video çekiyor. Pek çok yaşıtının aksine belki ki merakı var, kitaba, edebiyata. Youtube videolarındaki genel duruma bakıldığında “Şimdi saçımızı şööyle topluyoruz, falanca marka çantamızı kolumuza takıp kombinimizi tamamlıyoruz, işte bizim stilimiz” falan diyor olması beklenirken yanındaki kutudan bir kitap alıyor ve “Sırada ne var, Sait Faik’in ‘Abasıyanık’ kitabı” diyor.
Aman Allah’ım, Sait Faik’ı tanımıyor!
FUAYE NOTLARI
George Orwell’in ilk kez 1945’te yayımlanan ve sağlam bir düzen eleştrisi yapan ‘Hayvan Çiftliği’ isimli romanı, Yiğit Sertdemir’in rejisiyle sahneye konuyor.
Bir varmış bir yokmuş, zamanlardan bir zaman, ülkelerin birinde her bir ferdi insanoğlu tarafından iliğine kemiğine kadar sömürülen bir çiftlik varmış. Tavuklar onun için yumurtlar, inekler onun için doğurur, at onun için çatlayana kadar koşar ve hepsi yaşlanmaya fırsat bulamadan kasabın elinde can verirmiş. Ama başka bir dünyanın mümkün olduğu gelmezmiş akıllarına. Derken, bilge bir domuz çıkmış, onlara kendileri çalışıp kendileri yiyecekleri, hepsinin eşit olacağı bir dünya vaat etmiş. Tek gereken el ele vermeleriymiş. Nitekim başarmışlar, zincirlerinden kurtulup yeni bir düzen kurmuş, bir de hayvan anayasası yazamışlar. “Dört bacak iyi, iki bacak kötü”ymüş, insanların yaptığı ne varsa o çiftlikte yeri yokmuş.
Domuzların zulmü
Yalnız hesaba katmadıkları bir şey varmış; dört bacaklılardan da gücü ele geçirecek olan çıkarsa, mazlumun zulmü iki bacaklılardan aşağı kalmazmış. Napolyon adlı bir domuz, “Ben sizin için çalışıyorum, birisi düzeni sağlamazsa kaos olur, bakın her sorunu hallediyorum, siz hiç yorulmayın”
Ne samimiyetten hoşlanıyoruz, ne başka insanların mutluluğundan. Ne yazık ki Tarkan’ın baba olacağını müjdelediği videosu bir kez daha ortaya koydu bütün çıplaklığıyla.
Artık baba deyince aklımıza nasıl figürler geliyorsa, böyle bir coşkulu, tatlı, azıcık flörtöz, her zamanki Tarkan gibi işte bir “babalık haberini” kaldırmadı bünyelerimiz. Erkek adam öyle göz süzer mi, canım? Sevincini uluorta belli eder mi? Baba bir kere ağır olacak, vurdu mu ses getirecek, çocuğu olacak diye mutlu olup tatlı tatlı gülmeyecek. Oğlu olursa iki el silah atar, o ayrı.
Ve ortalığı birbirinden sakil ve elbette birbirinden homofobik videolar sardı. Akılları sıra dalga geçiyorlar ama ne komikler ne de Tarkan kadar sevimli. İki erkek yanak yanağa verip video çekenler mi istersin, anne olacağını müjdeleyenler mi? Ne ima ettikleri belli diyeceğim ama ima bile bir incelik ister, burada doğrudan kaba bir parmakla işaret etme hali mevcut. Bravo, nasıl anladınız hemen meselenin iç yüzünü, hiç kaçmıyor, gerçekten hayranlık uyandıran bir zeka.
Hakikaten insanın canı sıkılıyor. Komedyen olma iddiasındasın, kendine eleştirecek daha sahici mevzular bul. Bu memlekette konu sıkıntısı çekeceğini sanmıyorum. Ama tabii son
Çocukken misketleri erkeklere, bebekleri kızlara vererek başladığımız cinsiyet ayrımcılığının bütün hayata yayıldığını söylemek, hiç yeni bir şey olmayacak kuşkusuz. Toplumsal hayatta, iş dünyasında kadınların sürekli yardımcı rollere mahkum edildiği de şok edici bir açıklama olmaz. Ama ilk bakışta bir miktar şaşırtıcı olan, bu ayrımın tüm keskinliğiyle yaratıcı bir alan olan sanatta da devam etmesi. Hem de belki daha da baskın şekilde. Tiyatro hayatın bu derece aynası olmak zorunda mıydı?
“Dot’u kıymetli yapan, kadınların hakimiyeti” gibi ‘kıymetli’ bir itirafta bulunan Murat Daltaban ile Özlem Daltaban, güçlerini oyun yazarı Ebru Nihan Celkan ile birleştirerek, yeni bir panel dizisine başladılar. ‘Kadınlarla Yeni Bir Dünya Yazmak’, başlığı. İlki bu cumartesi Dot’un Kanyon’daki tamamen dolu salonunda gerçekleşti. Ne güzel, epeyce insan varmış yeni bir dünyanın yazılması gerektiğine inanan ve hafta sonunu buna ayıran...
Bu ayın konusu, Tiyatroya Kadın Kahramanlar Yazmak’dı. Konuşmacılar, Dot’un son üç sezon oyunlarında; en son ‘Şafakta Buluş Benimle’de imzası olan İskoç yazar Zinnie Harris ve toplu oyunlarından oluşan dördüncü kitabı Mitos Boyut’tan çıkan Ebru Nihan Celkan.
Ayşe Gül
Arada kendinize bir iyilik yapıp içimizi daraltan ülke ve dünya hallerine, gündemi gereksiz yere meşgul eden “sol elle şeytanlar yer”vari akıllara ziyan açıklamalara, işi gücü bırakıp kadınların yerini belirlemeye çalışan erkek beyanlarına ara verip etrafa bakıyorsunuz değil mi? Şu sosyal medyaya bir nefes molası mesela. Çünkü hava ne kadar kararırsa kararsın, bu doğanın geri çevrilemeyen bir döngüsü, durdurulamayan bir ilerleyişi var bir yandan. Kış bitiyor, bahar geliyor illa.
Zaman da geri alınamıyor, onunla beraber kat edilen adımlar da. Dolayısıyla, kadınlar da o kendilerine çizilmeye çalışılan dar çerçeveye sığmayıp taşalı çok oldu. Her alanda başarılar elde etmeye, o “kadın şudur, kadın budur, elbette çiçektir ve yeri evidir, yok kocasının yanıdır, şöyle giyinmeli, böyle davranmalıdır”lara lafla değil yaptıklarıyla cevap vermeye devam ediyorlar.
Mesela dün, kadın tenisçimiz Çağla Büyükakçay dünya 6 numarası ve son Fransa Açık şampiyonu Jelena Ostapenko’yu 6-2, 3-6, 6-3 ile yenerek WTA sıralamasında ilk 10’daki bir oyuncuyu yenen ilk Türk tenisçi oldu.
Herhalde “Türk kızlarını bu kıyafetlerle insan içine çıkarıyorsunuz, nerede bizim milli değerlerimiz?” korosu hazır
Kapıdan giriyoruz, genç bir çift karşılıyor bizi. Kendi halinde, alelade görünen bir karı koca; kadının kucağında bir bebek. Bize anlatmak istedikleri bir hikâyeleri var. “Dünyanın suç başkenti” diye anılan bir semtte ay sonunu zor getiren bir aileyken başlarına konan talih kuşunun hikayesi.
Ollie ile Jill, o zaman henüz iki kişiler, bebekleri annesinin karnında, posta kutularında bir mektup buluyorlar. Onlara kentsel dönüşüm kapsamında ileride değerlenmesi beklenen bir semtte bir ‘rüya ev’ vaat eden bir mektup. Daha düşünecek vakitleri bile olmadan ‘modern Alaattin’ Bayan Dee sihirli lambasından fırlayıp kapılarında beliriyor. Ve Ollie ile Jill göz açıp kapayana kadar kendilerini söz konusu ‘rüya evde’ buluveriyorlar. Peşinatsız, taksitsiz, tek kuruş bile ödemeden.
İçimizdeki şeytan
Elektirik yok, sıcak su yok ama ne gam. Tek yapmaları gereken Jill’in dekorasyon zevkiyle Ollie’nin el becerisini birleştirip bu yıkık dökük evi güzelleştirmek. Onların evlerinden yayılan ışıltı bütün sokağı aydınlatacak, böylece bütün semt değer kazanacak, işin mantığı bu. Fakat Ollie’nin babası haklı; “Bir şey gerçek olamayacak kadar güzel görünüyorsa genellikle gerçek değildir”. Burada da hesaba