Sanırım çok şakacı bir yapımız, muazzam bir espri anlayışımız var. Bir de tabii dertsiz tasasız bir hayatımız. Öyle ki nereden ne komiklik devşireceğimizi bilemiyoruz, can sıkıntısından telefon şakalarına başvurup insanların hayatını tehlikeye atıyoruz.
DHA’dan Yusuf Çınar’ın haberiydi dün, Çorum İl Sağlık Müdürlüğü yetkilileri, kentte intihar olaylarının önüne geçmek, intihar vakalarını önlemede medyanın önemini hatırlatmak gibi amaçlarla basın mensuplarıyla bir araya gelmiş. Özellikle peş peşe intihar haberleri okuduğumuz şu dönemde gayet faydalı bir hizmet. En azından üzerine kafa yorulması bile iyi.
Burada devreye genelde “Niyet edeni kimse durduramaz efendim” peşin hükmü giriyor ama önlenebildiği vakalar olduğunu pekâlâ biliyoruz. Yeter ki bizler intiharı önleme girişimlerini kösteklemeyelim. Misal, bu amaçla kurulmuş telefon hatlarını kendi eğlence aracımız olarak kullanıp meşgul etmeyelim.
Saçma bir şey söylediğimin farkındayım, kim neden meşgul etsin telefon hattını değil mi normalde? Ama işte
Son dönemde TÜSİAD gibi, Reklam Verenler Derneği gibi kuruluşların hayatımıza, dilimize sirayet eden, fark ettirmeden iliklerimize kadar işleyen cinsiyetçi kalıplarla mücadele etmek için attıkları adımlara tanık olduk. Hangi alanlarda? Televizyon dizilerinde ve reklamlarda. Çünkü televizyon evimizde, salonumuzun başköşesinde bizimle birlikte yaşayıp gözümüze sürekli bir yaşam tarzı dayatan bir cihaz ve biz orada gördüğümüz pek çok şeyi farkına bile varmadan alıp kabul ediyoruz.
İşte reklamlara bakıyoruz, evi döne döne dans eden kadınların tabii ki büyük bir keyifle temizlediğine inanıyoruz, elektrik süpürgesi bir kadının en tutkuyla bağlı olduğu şeydir, en içini gıcıklayan ses ise yeni yıkanmış payreks üzerinde gezinen ojeli tırnak sesidir diye düşünüyoruz.
Erkekler takım elbiseli, hep meşgul, ofiste, toplantıda, seminerde koşturuyor, o kadarcık keyifleri olmasın mı, son model arabalarıyla aşk ve macera yaşıyor, evdeki sınırlı vakitlerini de haliyle yorgun argın ayaklarını uzatıp maç izleyerek
Cep telefonuyla ilişkimizin ucu nereye varacak, cidden merak ediyorum. Bazen diyorum ki kabul et, kurtul, bu cihaz bütün duyu organlarının işlevini görür vaziyette. Artık hiçbir şeye çıplak gözünle bakamayacaksın, illa bir çerçeveye ihtiyaç duyacaksın. O anın tadını çıkarmak bitti, onu görsel olarak ‘ölümsüzleştirmek’ aldı yerini. Bu çok lezzetli bir yemek yerken de böyle, insanın aklını başından alan bir manzaraya bakarken de, konser - film - oyun izlerken de. Bakmak yetmiyor, illa telefon arkasından tanık olacağız gördüklerimize.
Ama işte o gösteriyi tek başımıza izlemediğimiz, sağımızda solumuzda başka seyirciler, karşımızda da kanlı canlı insanlar olduğu için onların da onayı gerekiyor karanlık salonda ışığımızı açıp görüntü alabilmemiz için. Onlar da pek sıcak bakmıyor olmalı ki cep telefonu anonslarına her gün yeni direktifler ekleniyor: “Oyunumuz başlamak üzeredir. Lütfen cep telefonlarınızı kapatınız, ses kaydı almayınız, görüntü - fotoğraf çekmeyiniz”lere son
Son dönemlerin bir argümanı var. Birisi sizin katılmadığınız bir şey söylediğinde, diyelim bir haksızlığa isyan ettiğinde, bir konuya hassasiyet gösterdiğinde hemen o kartı çekiyorsunuz ve karşınızdakini köşeye sıkıştırıyorsunuz: “Gündeme gelmesi gereken onca konu varken bunu söylemekteki amacınız ne?”
Karşıdaki genellikle “Mesela neler onlar?” diye sormuyor, belki sorsa hazırda vardır bir iki konu başlığı. Ama hiçbir zaman o an o konunun gündeme gelmesi için doğru zaman olmuyor. Daha onca konu var, hele onlar bir gelsin gündeme muhtemelen uzaylılar getirecek onları ondan sonra bu senin uğraştığın önemsiz konuya da gelir sıra.
Şu anda mesela gündeme gelmesi gereken onca konu varken ‘abesle iştigal edenler topluluğu’ kısa süre önce bir kadını yaralama, tehdit ve hakaretten suçlu bulunmuş, ertelenmiş olsa da ceza almış bir oyuncunun bunların hiçbiri olmamış gibi filminin pr’ını yapıyor olmasıyla, Ali İhsan Varol’un kendisini Kelime Oyunu yarışmasında ağırlayıp birikte neşeli pozlar vermeleriyle meşgul oluyor.
Ama tabii
Gonca Vuslateri ile Fırat Tanış’ın oynadığı “Erkek Arkadaşım Bir Feminist”, kötü erkekleri seven Kate ile feminist bir annenin büyüttüğü Steve’in ilişkisini anlatan bir komedi
Erkek Arkadaşım Bir Feminist / Don Kişot Tiyatro
Yazan: Samantha Ellis l Çeviren: Mesut Özkeçeci Yöneten: Ali Gökmen Altuğ l Dekor - kostüm tasarımı: Başak Özdoğan l Işık tasarımı: Kemal Yiğitcan Hareket düzeni: Senem Oluz Oynayanlar: Gonca Vuslateri, Fırat Tanış
Bilmiyorum kendinize sorduğunuz bir soru mu, bu sorunun aklınıza gelmesi için öncelikle çevrenizde olması lazım; “Bir erkek gerçekten feminist olabilir mi?” Ne kadar medeni olduğunu ispat etmek, takdir görmek, göze girmek gibi sebeplerle “Ben feministim” açıklamasında bulunmaktan söz etmiyorum, gerçekten, “kalpten”, Kate’in ifadesiyle.
Buna bir cevap bulmuş değilim, sanırım Kate de bulmadı, muhtemelen onu yaratan İngiliz yazar Samantha Ellis de. Ama ne yapmış, oturup “Olsaydı nasıl olurdu peki?” diye düşünüp bir oyun yazmış. “How
Çekimden ilk kareler Instagram’da paylaşıldığında merak etmeye başlamıştım, “Biz Böyleyiz”i. Bir kere Hümeyra yeni bir filmde oynuyordu, bu her koşulda iyi haberdi. İkincisi, yanında yeni kuşağın dört parlak kadın oyuncusu vardı; Özge Özpirinçci, Berrak Tüzünataç, Şebnem Bozoklu ve Meriç Aral. Dolayısıyla, ciddi şekilde kadın ağırlıklı bir filmdi ve bu dört kadın, her biri rahatlıkla tek başına bir filmi alıp sürükleyebilecekken, bir arada bir iş yapmayı tercih etmişlerdi. Dolayısıyla, ego patlamalarına maruz kalmayacağımız belliydi.
Fikir Berrak Tüzünataç’a, öykü Melikşah Altuntaş ile ikisine aitti. Erkek oyuncular maçolukları, efendim kasları ve libidolarıyla değil, daha ziyade oynadıkları işlerle bildiğimiz Engin Öztürk ve Boran Kuzum’du.
Ve tabii senaryoyu yazan ve yöneten de Caner Özyurtlu idi ki daha önceki işlerine, özellikle “Yok Artık”lara bakarak eli yüzü düzgün, cinsiyetçi esprilere boğulmamış bir film ummak için her türlü veriye sahiptik.
Filme bu
"Çok parlak, saygı değer dekanlarımız oldu bizim. İlhan Unat’tan tut da Aziz Köklü’ye, Cevat Geray’dan Cahit Talas’a kadar. Hiç bizi satmadılar. Satmadan kastım şu; çok az bizimle hemfikir oldular ama öğrenciyi ve üniversite özerkliğini korumaya gelince taş gibi adamlardı. Bir örnektir mesela, Cahit Talas’ın boyu 1.55 falandı, okul basılmış, polisler kıyamet koparıyorlar, adam ortalarına attı kendini… “Dokunmayın çocuklarıma” diye”.
Bu satırlar Tuğrul Eryılmaz’a ait. Geçen yıl kendisiyle yapmış olduğum nehir söyleşi kitabı “68’li ve Gazeteci”de (İletişim Yayınları) anlatıyor. 1960’lı yılların Siyasal’ı, sözünü ettiği. Dinlerken içim burkulmuştu, benim üniversite yıllarımda karşılığı yoktu söylediklerinin.
Çok kıymetli bir şey hâlbuki senin gibi düşünmese de, hatta karşı çıksa, kızsa da sana sahip çıkan hocalarının, büyüklerinin olması. Sana güven veren bir şey. Şu hayatta cümleleri en çok kulağımda çınlayan değerli hocam
Nergis Öztürk ve Algı Eke, sözde bir çocuğun iyiliği uğruna amansız bir düelloya soyunan anne ve rehber öğretmen olarak “10 Saniye” adlı oyuna buluşuyorlarBaşlıktaki soru, bu sezon yazdığı ikinci oyunu “10 Saniye” (İlki “Hipokrat”tı) yılın son günlerinde seyirciyle buluşan Erdi Işık’ın metni anlatırken sorduğu sorulardan... “Gerçekten her anne ve öğretmen kutsal mı? Patolojik bir anne olamaz mı? Ya da sapkın bir öğretmen? Ya da her ikisi de sevgi dolu ve bir o kadar yalnız” diyor.
Cevabın fena halde “Olabilir” olduğunu gerçek hayattan gayet iyi biliyoruz. Söz konusu oyunun iki karakteri anne Zeynep ve rehber öğretmen Elif’i ise çığırından çıkmış bir “düello”nun ortasındayken tanıyoruz. Ülkenin en yüksek puan isteyen, prestijli okullarından William College’da, rehber öğretmenin odasındayız. Bir tarafta bilmediğimiz bir suç yüzünden okuldan atılmış 16 yaşındaki Özgür’ün annesi, karşı tarafta Özgür’ün belki de hayatta iletişim kurduğu,