Gerçekten merak ediyorum, insan nasıl bu kadar acımasız, nasıl bu kadar kör olabiliyor? Bir çocuğa bakıp onu insan gibi görmemeyi, sadece göz önünden, ayakaltından eksilmesi, “gidişi olup da dönüşü olmaması” gereken bir “şey” gibi algılamayı nasıl başarıyor? Mülteciler çoluk çocuk yollarda telef olsun, gitsinler de nasıl giderlerse gitsinler, aç olsunlar, susuz olsunlar, soğuktan donsunlar ve kimse de onlara el uzatmasın diyebilmek nasıl mümkün oluyor? Haluk Levent’i ve Ahbap Platformu’nu basbayağı bunun için suçlayanlar var şu an aramızda.
Bilmeyenler için özetleyelim, Haluk Levent müthiş bir güçle ve sabırla ihtiyacı olan, kendisinden yardım isteyen kimin sesini duysa oraya koşan bir insan. Numaradan, gösteriş olarak, bir seferlik değil, bayağı süreklilik arz eden bir iyilik yapma potansiyeli var. Kendisi gibi iyi yürekli gönüllülerle el ele verdiği Ahbap Platformu ile birlikte olabildiğince her yere yetişiyorlar. Tabii ki hiçbir iyilik cezasız kalmadığı için de
Gerçeküstü ve absürt tiyatronun öncüsü Alfred Jarry’nin 1888 yılında yarattığı meşhur karakteri Übü, TiyatrOPS yapımı “Übü Hep Übü”de Çağlar Çorumlu’ya emanet...İşkofya’nın Angus bölgesinde, Baron Bilakis’in şatosunda sıradan bir gün. Can sıkacak kadar huzurlu her şey. Baron Bilakis günlüğüne yazacak şey bulamıyor olaysızlıktan. Derken kapı çalınıyor ve davetsiz bir misafirin zuhur etmesiyle o sakin hayat tepetaklak oluyor. Çalarken zili koparan, iri gövdesiyle kapı eşiğinde üç sandalye kıran misafirimiz, olanca kaba sabalığı ve ağzı bozukluğuyla zücaciye dükkânına giren fil gibi dalıyor şatoya. Patafizik profesörü Mösyö Übü. Hem de nasıl bir dalmak; beş dakika içinde lütfedip pek de beğenmediği şatoya el koyuşunu, baronu ‘dürüp’ kendisini yeni Bilakis beyi ilan edişini ağzımız açık izliyoruz. Biz seyirciler, bir bavulda taşıdığı ama asla sözünü dinlemediği vicdanı ve de Bilakis Baronluğu’nun yurttaşları,
Av konusunda çok net düşüncelerim var. Bunun spor, hobi, eğlence, turizm tarafını kimsenin bana anlatabilmesi mümkün değil. Neresi spor, iki adım attın diye sağlığına sağlık katmış olmuyorsun. Neresi eğlence, düpedüz bir canlıyı öldürüyorsun.
Ne hakla? Dün dehşet verici fotoğrafları vardı her yerde. Amerikalı bir çift, kalkmış dünyanın bir ucundan Adıyaman’a gelmiş, “av turizmi” kapsamında. Doğa Koruma ve Milli Parklar Şube Müdürlüğü ekipleri eşliğinde iki tane güzelim dağ keçisini vurup öldürmüşler, eserlerinin başına geçip gülerek fotoğraflar çektirmişler, çok memnun kalmışlar, gene geleceklermiş.
Ben fotoğraflara bakamıyorum, kadınla adam gururla başında dikiliyor, “Nasıl hissediyorsun?” sorusuna kadın “Çok mutluyum” diye cevap veriyor, bu duyguyu anlamak sahiden imkânsız. Neden mutlusun hanım? Bir başarı mı kazandın? Hani sporda kullanılan tabirle “centilmence” bir mücadele bile değildi. Eşit durumda olmadığın silahsız, savunmasız bir canlıyı hiç de adil
Hayatımızda karşı çıktığımız, bizi isyanlara sürükleyen kötülükler, haksızlıklar karşısında takınabileceğimiz birkaç çeşit tutum var. Birincisi en yaygın ve kolaylarından olan “söylenmek”. Evde kendi kendinize, karşılıklı oturup kahve içtiğiniz arkadaşınıza, işyerinde beraber çalıştığınız insanlara ne kadar öfkeli olduğunuzu anlatabilir, içinizi döküp rahatlayabilirsiniz. Onların günü kararırken belki size geçici bir ferahlık gelebilir.
Twitter’a, instagram’a girebilir, orada sağa sola sövebilir, başka insanların duyarlılık barometreliğine soyunabilir, dünya fenalıklarla doluyken nasıl olup da çiçek böcekle alakadar oluyorlar diye onları azarlayabilir, “Günaydın” diyeni “sana aydın herhalde, bize kapkaranlık” diye susturabilirsiniz. Son kertede gene elinize geçecek sonuç, insanların paylaşım özgürlüğüne müdahale etmek ve günlerini karartmak olacaktır.
Bir de başka bir yolu seçenler var; elini taşın altına koymak diyebiliriz başlık olarak. Memnun
Most Production’ın Sezen Aksu şarkılarından oluşan müzikali “İzmir’in Kızları” bir ailenin üç kuşak kadınlarını anlatıyor...İzmir’in Kızları / Most Production
Yazan: Serdar Saatman
Yöneten: Gaye Cankaya
Müzik Direktörü: Murat Cem Orhan
Koreografi: Selçuk Borak
Dekor Tasarımı: Hakan Dündar
Kostüm Tasarımı: Nalan Alaylı
Şu her anı kameraya çekmeden, yayınlamadan, yaymadan algılayamayan halimizin bir son durağı olacak mı çok merak ediyorum. Birer yetişkin olarak kendi hayatlarımızın girilmedik, görülmedik santimetrekaresini bırakmamayı tercih ediyor olabiliriz, bu bizim kendi tercihimiz neticede. Ama mesele çocuklar olunca; kendi çocuklarımız ya da başkalarının çocukları, iş doğrudan doğruya başka birinin hayatına müdahale etme ve amaç o olmasa da zarar verme aşamasına geçiyor ki buna hakkımız olmadığını düşünüyorum.
Şu an hangi kapıyı açsanız karşınıza çıkan Rousseau, Spinoza, Aristokles okuyan çocuk mesela. Marmara Park’ta kitap mağazasında kendisine rastlayan büyüğünün cep telefonu sayesinde an itibarıyla hepimiz kendisini tanıyoruz. Rousseau’nun “Toplum Sözleşmesi”ni okumuş ama sadece o kitaptan söz etmek istemiyor, daha bir sürü okuduğu kitap, kurmak istediği cümle var. Aristokles’e Platon ya da Eflatun dendiğini bildiresi, dinleyenlere Nihilizm dersi veresi var mesela. Ve bunları “Bizim çocuk çok
Öncelikle şunu söylemeliyim; Atilla Dorsay gibi bir yazarın, sinema alanına paha biçilmez katkıları olmuş bir ismin sosyal medyada bir ömürlük emeği hiçe sayılarak acımasızca ve saygısızca hırpalanmasının çok yersiz olduğunu düşünüyorum. Şimdi her filmin ve o film hakkındaki bütün bilgilerin el altında olduğu bir devirde “Eleştirilerine katılmıyorum, o iyi diyorsa o filme gitmiyorum,” diye konuşmak kolay da ortada ne internet ne Netflix ne torrent varken kaç kuşak dünya sinemasının klasiklerini ondan öğrendi, onun televizyon programları sayesinde izledi. Boyumuz kadar yayımlamış kitabı var sinemayla ilgili. Sırf Milliyet Sanat’ta her ay yazdığı sinema tarihinin gizli kalmış hazineleri ve onlarla ilgili verdiği bilgiler yeter bence konuşmadan - ya da klavyeye davranmadan iki kere düşünmemiz için.
Gelgelelim, sağ olsun öyle bir iki cümle kullanmış ki Greta Gerwig’in “Küçük Kadınlar” filmi için, “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği 101” dersi gibi. Üstelik tanıdığım kadarıyla kadınları
Müziğin ezeli rakipleri Mozart ile Salieri’nin hikâyesi Işıl Kasapoğlu’nun rejisiyle tiyatro sahnesinde...Herhalde sanat tarihinin en ilgi çeken düşmanlık hikâyelerinden biridir, Wolfgang Amadeus Mozart ile Antonio Salieri’nin arasındaki. Bir tarafta deli dolu, müzik konusunda gerçek bir deha olup kural tanımayan, hayatını, gençliğini ve sağlığını har vurup harman savuran Mozart, öbür tarafta disiplinli, ölçülü, itaatkâr, sınırlı bir yeteneğe sahip olduğunun farkında olarak bu yeteneği de kendince “rakibinin” yollarını tıkamaya harcayan Salieri.
Tabii İngiliz yazar Peter Shaffer’ın aynasından yansıttığı ilişki bu. 1987 yılında Milos Forman’ın sinemaya da aktardığı, Oscar’lara doymayan eser, 18. yüzyıl Viyana’sında yaşayan iki bestecinin gerçek hayatından yola çıksa da ikisinin arasındaki ezeli düşmanlık yazarın kurgusuyla aktarılıyor.