İzlediğim yerli dizilerle ilgili çoğunlukla bir sorunum oluyor: İçinde kendime, kendi yaş grubuma, kendi arkadaş çevreme dair bir şeyler bulamamak. Hani mesele aşksa 25 yaşına kadar yaşanıyor, 30’unda en geç evlenip çoluk çocuğa karışıyorsun, ondan sonra artık esas kızla oğlanın annesi, bilemedin ‘evde kalmış’ teyzesisin. Üzülme, gene de günün birinde aşk kapını çalabilir, bir ‘yan karakter’ olarak renk katabilirsin esas âşıkların serüvenine. Zannedersin 40’ını geçen kadınlar omuzlarına hırkalarını alıp örgü örerek potansiyel torunlarını bekliyorlar. Ne münasebet, bizim de hayatta ilginç hikâyelerimiz, kendimizce eğlenceli evet ve de komik - bir hayatımız olabiliyor.
Nihayet karşıma tam da bu hikâyeleri anlatan bir dizi çıkması bu nedenle bende maden bulmuşum hissi yarattı. 2020 biterken yayın hayatına başlayan Gain Medya’nın dizisi “10 Bin Adım”dan söz etmekteyim. Adını hepimizin gözünü cep telefonlarımızın sağlık uygulamalarına kilitleyen günde 10
Zaten canımıza tak eden bir yılın son gününde iç açıcı şeylerden söz etmek, çoğunlukla sevdiklerimizden uzakta, yalnız geçecek ilk ve -umarım- son yılbaşımıza daha neşeyle merhaba demek istiyordum ama 2021’e dair sizin bizim gibi umutları olan bir kadının daha bir erkek tarafından bu hayattan koparılışına isyan ederek geçirdik son birkaç günümüzü de. Üstelik sayı iki günde dörde çıktı. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu iki gün önce öğretim görevlisi Aylin Sözer’in bir erkek tarafından yakılarak öldürülmesine karşı sessiz kalmayacaklarını duyurdu, tarihler 30 Aralık’ı gösterirken üç isim daha eklenmişti yanına: Selda Taş, Vesile Sönmez, Betül Tuğluk. Bu ülkede kadınların payına hep birer sosyal medya “etiketi” olarak veda etmek düşüyor. “... için adalet”. Noktalı yerler hiç boş kalmıyor.
O da yetmiyor, bir de hayatına dair yalan yanlış bilgiler saçılıyor ortaya. Katilin olacak adamın kendini kurtarmak için ortaya
Hepimizde içten içe var değil mi o umut; şu baş belası yılı defedeceğiz bu hafta ve beraberinde bütün insanlığı esir alan, hayatımızı alt üst eden korona musibetini de alıp gidecek hayırlısıyla. Hani şu önümüzdeki üç gün dört gecelik karantinayı da atlattık mı önümüz düzlük. İlk defa o çocukluğumda hafif hüzünlenerek izlediğim genç ve dinamik bir çocuk kılığındaki yeni yılın gelip yaşlanıp beli bükülmüş eski yılın yerini aldığı sahneyi hevesle bekliyorum ben de. Kusura bakmasın, acıyamayacağım kendisine, gidişi olsun dönüşü olmasın.
Fakat maalesef bir yandan da olayın takvimlere bağlı olmadığını bilecek kadar tecrübemiz, hayata geçirilememiş yeni yıl dilekleri planları hayalleri listesi yapmışlığımız var. Biz gene de 2021’e bütün iyi niyetimizle kredisini verelim ve 2020 ile helalleşelim derken, karşıma Milliyet Pazar’ın dünkü “2020’den ne öğrendik?” dosyası çıktı. Farklı alanlardan tanıdığımız isimlere sormuşlar, ne öğretti size bu tuhaf yıl
Ben kendisiyle hiç tanışmadım. Ama çok iyi tanıdığım birini kaybetmiş gibi üzüldüm. Bir sebebi Prof. Orhan Kural’ın yıllardır birlikte Milliyet Sanat dergisini de yaptığım sevgili arkadaşım Nil Kural’ın babası olması ise de en büyük sebebi galiba pek alışık olmadığımız bir bilim adamı, hatta alışık olmadığımız bir insan portresi çizmesiydi. “Benden sonra tufan” cümlesi hiç yanına uğramamış gibiydi. Tanımadığı insanların sağlığını, dünyanın –kaldıysa– adım atmadığı köşesindeki ormanları, muhtemelen kendi göremeyeceği bir geleceğin suyunu, toprağını kendisine dert ediniyordu. Laf olsun diye değil sahiden gözyaşı dökecek kadar dert ediniyordu ve bu yüzden şimdi bilim dünyasının ‘renkli’ ismi diye anılıyor uğurlanırken. ‘Renkli’ o anlama geliyor bizde, “anlayamadığımız, biraz tuhaf kişi”. Neden tuhaf? Çünkü sana ne değil mi, milletin çocuğu sigaraya özenirse özensin, kaynaklar kurursa kurusun, hayvanlar ölürse ölsün. Sen kendi çocuğuna, kendi öz kaynağına,
Türkiye sinemasında şimdi dönüp bakınca “Ne kadar cesurmuş” ile “Burası da biraz komikmiş” arasında gidip gelerek ama ısrarla da severek izlediğim pek çok film ‘80’li yıllara denk geliyor. Kadının özgürleşmesinin, kendini ifade etmesinin, kadınlar arası arkadaşlıkların kendine en çok yer bulduğu dönem olmasından diye düşünüyorum. İsimleri bile üstünde. “Ahh Belinda”lar, “Adı Vasfiye”ler, “Dul Bir Kadın”lar, “Kadının Adı Yok”lar ve hemen hemen hepsinde Barış Pirhasan ile Atıf Yılmaz imzası.
Benim gibi “kadınlar arasındaki hikâyeleri anlatan filmleri her zaman ayrı bir sevdiğini” söyleyen sinemacı Metin Akdemir, o dönemin filmlerinden üç tanesindeki kadın karakterler arasındaki ilişkileri ele alan bir belgesel yapmış; “Hayalimdeki Sahneler” adı. “Filmlerdeki bazı imalar bana kadın karakterler arasındaki ilişkinin dostluktan öte olduğunu düşündürür” diyerek yola çıkmış ve akademisyenlerle, eleştirmenlerle ve filmlerin oyuncularıyla
Bütün dünyayı avucuna alan bir virüsün etkisinde kayıplarla, acılarla ama her şeye rağmen umutla, bugünlerin geçeceğine inançla geçen 2020, sanat adına da pek az üretimin hayata geçirilebildiği, daha da azının seyirciyle buluşabildiği bir yıl oldu. Hayatımıza yeni seyir biçimlerinin girdiği, çevrimiçi buluşmaların arttığı bir dönemde sonbaharda bir Altın Portakal’ımız olmuştu biliyorsunuz, olabildiğince korunaklı, açık hava gösterimleriyle hayata geçirilen Antalya Film Festivali. Ve oradan büyük başarıyla ayrılan bir film: “Hayaletler”. Ve onun farklı sesi, soluğu, rengiyle dikkat çeken yönetmeni Azra Deniz Okyay.
Neden dikkat çekmişti; bir kısa metrajı, bir de kısa belgeseli olan bir yönetmen olarak ilk uzun metrajıyla çıkıyordu karşımıza. Üstelik bu film 77. Venedik Film Festivali’nin Eleştirmenler Haftası’ndan ödül almış geliyordu. Bunu hiç sebepler arasında saymak istemezdim ama genç bir kadın yönetmendi ve bu halihazırda sinemamızda azınlıkta olmak demekti. Koca
Laf eğilip bükülerek, mümkün mertebe özür değilmiş gibi kıvırarak da olsa Hasan Ali Toptaş tarafından dilenmiş bir özrün bir önemi vardı bence. Yetişkin bir adam olarak hareketlerinin ne anlama geldiğinin farkında olmaması mümkün değilse de bir ihtimal karşı tarafa ne kadar uzun ömürlü bir zarar verdiğini tahmin etmemişti, sonradan aklı başına gelmişti, geç de olsa pişmanlık duymuştu denilebilirdi. Bu da bir şeydi.
Biz kollarında şiddet uyguladığı kadının kendisini kurtarmak için geçirdiği tırnak izleriyle darp raporu alan erkeklere alışmıştık. Bu bir hayli yetersiz de olsa bir sorumluluk alma denemesine benziyordu. Hayatlarının en unutmak istedikleri anılarının ‘eril faili’nin belli belirsiz özrünü kabul etmemek de yıllar sonra yaşadıklarını ifşa etme cesareti bulmuş kadınların en doğal hakkıydı elbette.
Ama bu burada bitmedi, Hasan Ali Toptaş Milliyet’ten Seyhan Akıncı’ya bir röportaj vererek o tuhaf özrünü de geri alma yolunu seçti. Meğer biz gene yanlış anlamışız. O bir yaptıklarının sorumluluğunu alma denemesi
Önceki gün bir tane daha çok ünlü, kitapları çok okunan, sözü çok dinlenen erkeğin yaldızlarının dökülüşünü izledik sosyal medyada. Her şey Leyla Salinger adlı hesaptan yazar Hasan Ali Toptaş’ın bir videosuyla paylaşılan “Bu adamın ifşalanmasını heyecanla bekleyen kaç kişiyiz?” sorusuyla başladı. “Nasıl yani?”, “Yok canım!”larla ilk şaşkınlık atlatıldıktan sonra “Ben ve pek çok arkadaşımın kendisiyle nahoş anıları var üniversite yıllarına ait. Şu anki bilinç ve cesarete sahip olsam kesinlikle ifşa ederdim” açıklaması geldi. Ve zaten kısa sürede gördük ki o kadar da şaşkınlık yaratan bir “ifşa” değilmiş bu. Bilen, duyan ve elbette maruz kalan ve maalesef susan epeyce kişi var. Hepsi Leyla’dan aldıkları cesaretle birer birer konuşmaya başladılar.
Bu arada, bugüne kadar neden sustuklarını merak eden varsa konuya gelen tepkilere göz atmasını öneririm. Hâlâ birileri ünlü bir erkek tarafından taciz edilmenin çok havalı bir şey olduğunu, söz konusu