Artık son ayına girdiğimize ve bize hala umulmadık bir sürpriz yapmadığına göre, bitmek üzere olan 2020’yi pek hayırla anmayacağımızı söyleyebiliriz artık. Dileyelim ki en azından onunla beraber insanlığın başına musallat olan koronavirüsü de uğurlamayı başaralım. Şimdilerde yine birbirimizden uzak, mümkün mertebe evlerimize kapalı günler geçirmekte, bir kez daha bize hayatın normal akışını hatırlatacak bir şeylere umutla tutunmaya çalışmaktayız. İnsan hayatını tehlikeye atmayacak sanat etkinlikleri de bunların başında geliyor her zamanki gibi. Contemporary Istanbul’un cumartesi günü Çağdaş İstanbul Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Ali Güreli ve İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun katıldığı zoom’da gerçekleşen basın toplantısıyla açıkladığı İstanbul the Lights projesi gibi mesela.
Aslında sektörün hayat damarlarından bir olan Contemporary Istanbul’un bu yıl aralık ayında hem fiziksel hem çevrimiçi olarak gerçekleşmesi planlanıyordu. Hatta biz de Milliyet Sanat’ın bu ayki kapağını bir Julian
İnsanlık olarak nasıl da yalnızlaştığımız, içimize kapandığımız, birbirimizden uzaklaştığımız bir dönem yaşıyoruz. Hani zaten uzun zamandır komşularımızla birbirimize çaya kahveye gitmeyi, bakkalla manavla sohbet etmeyi, aynı sokağı geçtim, aynı apartmanda yaşadığımız insanları tanımayı, gerekli hallerde onlarla yardımlaşmayı epey azaltmıştık, korona salgınından beri iyice koptu ilişkiler. Hepimiz maskelerimizin içine saklandık. Herhalde zor olacak yeniden birbirimize sarılarak, öpüşerek merhabalaştığımız zamanlara dönmek. Ya da bu korku hep kalacak, dönülmeyecek, bilemiyorum.
Bildiğim, bu ıssızlığın, güvensizliğin, sürekli birbirinden korkma halinin insanın ruhuna zarar verdiği. Elbette sağlığımızı tehlikeye atmadan, fiziksel temasta bulunmadan ama uzaktan da olsa birbirimizi koruyup kollayarak, bunu birbirimize hissettirerek geçirmemiz gerek bu dönemi diye düşünüyorum. Her birimizin her zamankinden daha fazla dikkate, özene, ilgiye ve bu kâbustan çıkmak için dayanışmaya ihtiyacı var. Hal böyleyken, artan şey maalesef yalnızlık, bencillik ve bizi her an
Notlar ala ala izlediğim oyunun pandeminin ‘hediyesi’ çevrimiçi oyunların hiç değilse böyle bir güzelliği var; not alabiliyorsunuz, durdura- biliyorsunuz, geri alıp yeniden izleyebili- yorsunuz bir yerinde “Hayat eve sığar evet. Ama ölüm de eve sığar” cümlesini yazmışım. Bütün hakikatiyle yazımın başlığı olabilir diye. Neyse ki oyun Bayan Çarşamba’nın gözünü gözümüze dikerek inanılmaz ikna edici bir şekilde söylediği bu sözlerle bitti: “Umudu kaybetmeyeceğiz, tamam mı? Kaybetmeyelim!” (Bayan Çarşamba da Ayşenil Şamlıoğlu üstelik kolaysa kaybet).
Yetmiş dakikanın sonunda seyirciye tutunacak sağlam bir dal bırakan oyun, BGST yapımı “Her Güne Bir Vaka”. İKSV İstanbul Tiyatro Festivali çevrimiçi etkinlikleri arasında seyirciyle buluşuyor ve haftanın yedi gününün adını taşıyan yedi kadının gelip bize hikâyesini anlatması üzerine kurulu. Etrafta halka olmuş diğer altı kadın da bizimle beraber hikâyeyi dinliyor, arada söze karışıp bir yorum yapıyorlar.
Ateş böceği ne kadar büyülü bir yaratıktır değil mi? Karanlıkta gösterir kendini, tek başınayken fazla dikkat çekmez, sayıları arttığında ama koskocaman bir aydınlık yaratırlar. “Birlikten kuvvet doğar” sözünün vücut bulmuş hali. BM Kadın Birimi’nin 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele ve Dayanışma Günü kampanyalarında sembol olarak ateş böceklerini kullanması da bir o kadar anlamlı bu yüzden. Ortada bütün dünyayı sarmalayan devasa bir karanlık var ve ancak birlik olup, ışıklarımızı hep beraber yakarsak üstesinden gelebiliriz. Ne kadar kalabalık, o kadar iyi.
Dün kampanyanın medya ortağı olan Milliyet’in ilk sayfası da tamamen buna ayrılmış, 10 Aralık İnsan Hakları Günü’ne kadar sürecek 16 Günlük Aktivizm’in başladığı duyurulmuştu. Bu yılın hedefinde Kovid-19 salgınıyla iyiden iyiye yüzünü gösteren siber şiddet var. Zira insanın olduğu her yerde hükmünü sürdüren şiddet caddeler, sokaklar, iş yerleri tenhalaştıkça ekranlarda daha fazla yer
Hep hani “Nasıl oluyor da Shakespeare’in bunca zaman önce yazdıkları oynanıyor ve hâlâ güncel olabiliyor?” sorusu sorulur ve sebebi insanın yüzyıllardır değişmeyen özüne bağlanır ya; yani kıskançlıksa kıskançlık, ihanetse ihanet, iktidar hırsıysa en alasından. Dün neyse bugün de odur, ne zaman dinler ne mekân, ne yazık ki “Amma eskimiş bu meseleler, demode kaldı artık” diyemezsiniz bir türlü. Dehası orada, diyecek bir şey yok.
Ama özellikle bazı yorumları sahiden tadından yenmiyor, size ne olup biteceğini belki de kelime kelime bildiğiniz bir hikâyeyi heyecanla, merakla, şaşkınlıkla ve kahkahayla izletiyor. Her şeye rağmen devam etmekte olan İstanbul Tiyatro Festivali’nin çevrimiçi oyunlarından “Lear Mutfakta” gibi.
Önce üzülerek itiraf edeyim, ben Kadro Pa’nın obje tiyatrosu ve hikâye anlatıcılığını birleştirerek daha önce sahnelediği “Macbeth Mutfakta”yı sahnede görme imkânı varken göremedim, bu yaratıcı işle canlı yayınlanan 27 Mart karantina özel
Bu yıl 10.’su düzen- lenecek Malatya Film Festivali ani bir kararla iptal edildi. Biz daha 1-5 Aralık arasında yapılacak festival için başvuruların başladığı haberini okuyorduk ki Malatya Büyükşehir Belediyesi’nin iptal açıklaması geldi.
Pandemi koşullarının bizi bir kez daha evlerimize kapanmaya zorladığı böylesi bir dönemde şaşılacak bir karar değil. Riskli olabilirdi, insanların sağlığını tehlikeye atabilirdi, kabul. Ama sebep anlam vermesi son derece güç olan “cinsiyetsiz oyuncu ödülü” tartışmasıysa -ki iki farklı iptal açıklamasında yer alan bazı ifadeler de bunu düşündürüyor- gerçekten yazık oldu festivale. Böylesi bir tartışmaya zemin olmayı hiç hak etmiyordu.
Nedir bu derece tartışma yaratan değişiklik? Bu sene tüm dünyada yükselen toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlama çalışmaları doğrultusunda Berlin Film Festivali’nin başlattığı bir uygulama. Festival artık oyunculuk ödülünün kadın-erkek ayrımı olmadan “en iyi oyuncuya“ verileceğini açıklamıştı. Gayet makul değil mi,
Bana öyle geliyor ki bazı konulara yaklaşımımızın netleşmesi durup onun tek bir insanı, tek bir aileyi nasıl etkilediğini düşünmemize bakıyor. Kendimizi biraz oraya koyarak tabii. Diyelim ki bir aile babasısınız, bütün ömrünüzü verdiğiniz küçük bir kunduracı dükkânınız var, oradan kazandığınız parayla kıt kanaat geçindiriyorsunuz ailenizi. Savaş zamanı, yokluk zamanı başınızı sokacak bir eviniz olduğu için yine de şanslı hissediyorsunuz. Elbet geçecek bu kötü günler. Yeter ki bir arada olun, sağlıklı olun.
Derken “Olağanüstü savaş koşullarının yarattığı yüksek karlılığı vergilemek” diye gerekçelendirilen “Varlık Vergisi” geçiyor meclisten. Tespit komisyonunun yaptığı çalışma sonucunda yüzde 87’sini gayrimüslimlerin oluşturduğu bir liste asılıyor. 15 gün içinde ödedin ödedin, ödeyemedin, malların haczedilerek icra yoluyla satışa çıkarılacak, bu da yetmezse “bedeni kabiliyetlerine göre” çalışarak ödeyeceksin bitmeyen borcunu.
Demin
Kendinizi en güvende hissettiğiniz yer neresi diye sorulsa çoğumuzun vereceği cevap “evim” olsa gerek. Değil mi, en iyi bildiğimiz, her köşesini tanıdığımız, şanslıysak kendi zevkimize göre seçip döşediğimiz, kapısını kapatınca dış dünyadan ve onun bütün tehlikelerinden, ‘yabancılardan’ korunduğumuz yer orası.
Mı acaba?
Hani bazen ona dışarıdan bakarsınız, gözünüze başka görünür ya da gecenin bir saatinde anahtarla açıp girerken tedirgin olursunuz, içeride kimse var mıdır? Siz yokken mabedinize kimse girmiş midir? Peki, evde yalnız olduğunuzdan eminken bir anda kulağınıza çalınan tıkırtılar neyin nesidir? Tam o anda dışarıda, sokakta, o korkulan dış dünyada olmak daha güvenli gelmez mi insana?
Pandemi süreci hepimizin hayatında bir kısmı belki de kalıcı olacak değişiklikler yaratırken evimizle ilişkimizi de başka bir kılığa soktu. Neresi ev, neresi iş yeridir karıştırır olduk, o dört duvarın arasına neleri sığdıracağımızı şaşırdık. Spor salonumuz, arkadaşlarla buluşma alanımız, hobi atölyemiz oldu evimiz. Dahası, güvenli olan