Dizilere, filmlere tek derdim bu olarak değilse de bir yanından “kadın bunun neresinde?” diye bakan bir izleyiciyim. Neden ana karakter kadın değil, neden kadınların hikâyesi daha çok anlatılmıyor gibi bir şeyden söz etmiyorum. Daha indirilmiş bir beklenti çıtası benimki. Bu anlatıla anlatıla bitirilemeyen erkekler dünyasında kadın nerede? Hani birinci değil, ikinci değil, peki, üçüncü, dördüncü sırada bile mi yok? Ya da varsa nasıl var? Bir buzdolabının üzerine yapıştırılmış magnet kadar mı yeri yani? Ya da bir kafe masasında donmuş, sürekli aynı cümleyi tekrarlayan dırdırcı bir büst müdür? Bu mudur?
Dijital platformlar pek çok anlamda bir umut, bir nefes alma alanı oldu, artık başka hikâyeler de izleyeceğiz, içinde sahici karakterler, farklı bir bakış açısı olacak dedik, ben de kendi adıma bu sözünü ettiğim taleplerime bir karşılık bulurum zannettim, sonuç ‘şimdilik’ bu minvalde. Netflix’te büyük umutlarla karşısına geçtiğimiz “Azizler” (Berkun Oya Taylan Biraderler)
Önce şunu yinelemem lazım ki kitapçıların “kişisel gelişim” raflarında fazla oyalanmayan, satacak bir Ferrari’si olan kişinin deneyimlerinden bana pek bir pay düşeceğine inanmayan biriyim. Bu yüzden de “Kendini keşfetmeye, zorluklarla başa çıkmaya var mısın?” gibi tek cevabı olan bir soruyla (kim “yokum” der?) “Güçlü bir yaşam için öneriler” gibi gene kimsenin reddetmeyeceği bir vaat benim için bir kitabı cazip kılmaya yetmezdi. Üzerinde gördüğüm Doğan Cüceloğlu imzası olmasaydı. Ve ikinci imza da Deniz Bayramoğlu gibi bir gazeteciye ait olmasaydı. O zaman “Varım galiba” diye bir merakla açtım kapağı.
“Var mısın?” Kronik Kitap’tan yayımlanan bir nehir söyleşi kitabı. Deniz Bayramoğlu sormuş, Doğan Cüceloğlu cevaplamış. Hayatın anlamından konuşmuşlar, birey olmaktan, ekip olmaktan, insanın potansiyelinin fakına varmasından, kendi hayatının seyircisi değil oyuncusu olmasından, uzun sözün kısası “olabileceği en iyi insan olmasının” öneminden ve yollarından.
Ben şu anda bu
En son tiyatroya gittiğim günün üzerinden geçen zaman arttıkça anılarım da silikleşiyor. Nasıl bir duyguyla giriyorduk biz o kapıdan içeri, dirseğimiz yanımızdaki insanın koluna değecek mesafede otururken bir oyun izlemek nasıl bir şeydi, karşımızdaki oyuncunun gözünün bebeğini görecek kadar yakınken sahneye, hep beraber kahkaha atarken, çaktırmadan gözümüzden akan yaşı silerken, sonunda ayaklara fırlayarak alkışlarken ya da sıkıntıdan patlamış, kimseye görünmeden sıvışmaya çalışırken neler geçiyordu aklımızdan?
En devasa, şaşaalı prodüksiyondan en küçücük salonlu, “olanaksız” tiyatroya itiraf etmeliyim ki daha çok onlara hepsi gözümde tütüyor, doğruya doğru. Ama neden “daha çok onlar”? Çünkü televizyonlar, bilgisayar, tablet, telefon; kısacası teknoloji iyi kötü insanı görkemli yapımlardan mahrum bırakmamayı başarıyor. Hem de dünyanın dört bir yanından dev prodüksiyonları izleme imkânımız oldu - oluyor pandemi sürecinde. Ama
Gerçekten inanılır gibi değil, ne ‘regl’miş kardeşim, üç gündür en çok konuşulanlar listesinden düşeceğine basamak basamak yükseliyor. Bu sabah bir yabancı “Türkiye’de Twitter’da en çok ne konuşuluyor bugün acaba?” diye baksa en üstte göreceği etiket #regl. Ne düşüneceğini ise tahmin bile edemiyorum, tüm dünyada insanların yarısının hayatının uzun bir döneminde düzenli olarak her ay yaşadığı bir şeyin nasıl bir enteresanlığı olabilir değil mi?
Hayır, benim ayıbım olsa gerek, bu kadar ilgi -ve tepki- çekeceği hiç aklıma gelmedi. Ceyda Düvenci birkaç gün önce tatlı kızı Melisa’nın fotoğrafını koyup “Kızım bugün genç kız oldu” diye yazdığında, bunu kutlayacaklarını anlattığında aklıma gelen ilk ve tek fikir “Vay be, ne kadar büyümüş” oldu. Hani doğduğunu, büyüdüğünü, azimli bir mücadeleyle hayatın zorluklarıyla baş ettiğini izlediğimiz küçük kız yetişkinliğe doğru bir minik adım atmış, zaman ne çabuk
Hani sıkça verilen bir örnek var, ilkokulda bir çocuk saçınızı çektiyse sizden hoşlanıyor demekmiş. Kendisini nasıl ifade edeceğini bilemediğinden, muhtemelen kendi de anlamlandıramadığı ‘hoşlantı’ duygusunu bu şekilde dışa vurarak ilginizi çekmeye çalışırmış vs. Böylece ilk aşk ihtimaliniz doğrudan çöpe gitmiş oluyor, neyse ki daha çocuksunuz.
Sonra ergenlikle beraber başka bir acılar, hayal kırıkları, hüsranlar silsilesi. Aşkın acısını mutluluğundan daha kıymetli sanma halleri, sağdan soldan da şarkıyla türküyle, duvar yazısıyla, aforizmayla pompalandığı için “sevip de kavuşamamanın” hikmetine inanmalar, sevdiğini belli etmemeler, kıskandırmalar, üzülüp üzmeler derken insanın bir durup “Bir dakika ya, ben bu dünyaya sürünmeye gelmedim herhalde, bu işte bir terslik var” demesi zaman alıyor. Ondan sonra şanslıysa asıl anlamlı olanın birini sevip onunla birlikte mutlu olmak olduğunu, yoksa üzülmek için çok şükür başka birine ihtiyaç olmadığını ve asıl faydalı nasihatin
Dışımızın da içimizin de karardığı, bütün bu karanlığı yağmur-kar, kuraklık tehdidine bir derman olması umuduyla desteklediğimiz günlerimizin bir numaralı destekçileri sinema, müzik, tiyatro, edebiyat, resim. Bunu ısrarla tekrarlamaya devam ediyorum çünkü ağırıma gidiyor, hayatın ana damarlarının kriz anında ilk kesilenler olması.
Neyse, bu hatırlatma girizgâh niyetine. Asıl derdim, çevrimiçi gösterimlerle dünyanın filmlerini bize ulaştırmaya devam eden İstanbul Film Festivali kapsamında izlediğim “Umudun Dili”nden söz etmek. Orijinal adı “Persian Lessons” ama insana dair hayat umudu taşıyan bir dilden söz ettiği için çevirisi de anlamlı.
Vadim Perelman’ın imzasını taşıyan Rusya-Almanya-Belarus yapımı film, Almanya’da toplama kampına götürülürken canını kurtarmak için Yahudi olmadığını iddia eden Belçikalı Gilles’in hikâyesini anlatıyor. “Nerelisin peki?” sorusuna da az önce başka bir mahkûmdan cebindeki sandviçin yarısına karşılık edindiği kitaptan esinlenerek,
Sosyal medya gene bir kadın ismine kilitlenmişti bu hafta sonu. Melek İpek. Biz genellikle bir kadın adı TT olmuşsa onun ölü bir kadın olmasına alışığız. Bir erkek tarafından öldürülmüş bir kadın. Onun için adalet istenmesi de katilinin hak ettiğini bulması, “haksız tahrik”, “iyi hal” indirimleriyle cezasının hafifletilmemesi anlamına gelir. Bunun için toplanır kadınlar adliye önlerinde.
Bu kez karşımızda hayatta kalmayı başarmış bir kadın var. Yayınlanan fotoğrafları bunun nasıl şans eseri olduğunu gösteriyor. İfadesinde de anlattığı gibi on iki yıldır şiddet gördüğü kocası o gece sabaha kadar işkence etmiş kadına. Kelepçeleyerek, tecavüz ederek, kendisini ve iki küçük kızlarını öldürmekle tehdit ederek. Becerebilirseniz Melek İpek’in yüzüne bir kez bakmanız yeterli nasıl bir cehennemden çıktığını anlamak için. Sonunda da av tüfeğiyle kendisini ve çocuklarını korumaya, kocasını evden göndermeye çalışırken tüfek patlamış, adam ölmüş. Tüfeği doğrultup vursa da fark etmezdi,
“Kış bahar havasında geçiyor.” Galiba ilk defa hep beraber bu cümlenin içinde bir müjde barındırmadığının farkındayız. Kiminle konuşsam “Yürüyüşe çıkalım, hava güzel” derken sesinde neşeden ziyade bir tedirginlik. Bu cümleyi de hemen ikincisi izliyor zaten: “Bu da iyi değil tabii, bir yağmur yağsa, böyle giderse halimiz ne olacak belli değil.” Aslında bu bile iyimser bir iddia, doğrusu “halimiz belli” olmalı. Herhangi bir haber kaynağını açtığımızda karşımıza çıkan, barajlardaki su seviyesinin bugüne kadarki en düşük seviyesine ulaştığı haberlerine bakıp da umutlu olabilmek pek mümkün değil. Üstelik halihazırda kuraklığa yatkın bir bölgede yaşıyoruz. Dün Milliyet’te yer alan haberde AÜ Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi Coğrafya Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. İhsan Çiçek’in ifadesiyle söylersek, “Türkiye’nin bulunduğu kuşakta yaz kuraklığı bir yazgı”, fakat bu yıl kışın da Balkanlar’dan gelemeyen soğuk hava dalgasıyla, kış