İzmir depreminin ateşi düştüğü yeri yakarken, muhtemelen çoğumuzun başucunda deprem çantaları yavaş yavaş yerini almaya başladı. Deprem gerçeğini ötelemeyip zaten hep hazırlıklı olanları kastetmiyorum tabii. “Nerede yakalanacağımız belli mi canım, kısmet” diyen kadercileri de. Evini, uyuduğu odayı ve uykuda yakalanma ihtimaline karşı kendisini hazırlamaya girişenlerden söz ediyorum. Bir çanta içine düdük, fener, su, dayanıklı yiyecek koyup yanı başına koyanlardan. Ve tabii sokağa fırlayacak uygun kıyafetini her an ulaşılabilir şekilde hazır edenlerden.
Özellikle kadınsanız ve bu sonuncusu gözünüze saçma göründüyse şanslısınız bence. Ortada deprem gibi bir felaket, ucunda ölüm olabilecek bir tehlike varken kim umursar üzerinde hangi kıyafetin olduğunu, gecelik olsa ne olur, iç çamaşırı olsa ne olur, diyebiliyorsanız ne mutlu. Çünkü araştırmalar pek çok kadının bunu diyemediğini gösteriyor.
Eric Neumayer ve Thomas Plümper’in doğal afetlerde ölenlerin çoğunun kadın
Günlerdir Kovid-19 gölgesinde geçen yılın bizim için umarım son darbesiyle sarsılıyoruz. İzmir’de enkaz altında kalan umutlar, kaybedilen canlar, salgın zamanı evsiz kalanlar, gerçekten insana tutunacak dal bırakmayan bir tablo. Hal böyleyken, arada parlayan bir iyi habere, enkazdan kurtarılan bir cana dört elle sarılınması gayet anlaşılabilir bir şey. Depremden 63 saat sonra, 91 saat sonra hayata tutunup gün ışığına kavuşmuş bir çocuk, hepimizin yüzünü güldürüyor elbette. “Buna da şükür” dedirtiyor.
Ama bu bütün sosyal medya profillerinin Elif’in ya da Ayda’nın fotoğraflarıyla dolmasını, altında büyük bir acı yatan buruk bir sevincin bir kahramanlık destanına, bir şenliğe dönüştürülmesini açıklıyor mu, emin değilim. Hani birincisi o kadar da sevinilecek bir şey yok, ikincisi hakkımız var mı bu çocuklara ömür boyu yok olmayacak bir anı bırakmaya? Eminim onlar bugünü en mutlu günleri olarak hatırla- mayacaklar.
Nitekim kulak verirsek, uzmanlar yapılan paylaşımlarla ilgili uyarılarda
Okul sıralarında “yanardağ” denen şeyi öğrendiğimiz derste içimi kaplayan dehşet duygusunu hatırlıyorum. Nasıl yani, bir dağın içinden her an kızgın lavlar fışkırabilir ve insanlar bunu bile bile hala onun yakınında- yöresinde yaşayabiliyor muydu? Bu nasıl bir aymazlık, tedbirsizlik idi?
O sıra “Artık sönmüştür o yanardağ” falan gibi teselliler bulduğumu hatırlıyorum kendime. Ama işin aslı, o “her duruma adapte olmasını” övdüğümüz insan, misal Hawaii’de, evinin penceresinden görünen ve hiç de sönmemiş olan yanardağa baka baka yaşayabiliyor. Patlama olunca başlıyor neler yapılabilir diye konuşmaya. Biz de şaşırıyoruz, gözünün önünde dikilen dağ onu ürkütmüyor muydu? İnsan nasıl unutur onu, nasıl erteler?
Bizim deprem gerçeğiyle kucak kucağa yaşarken bu derece zayıf bir hafızaya sahip olmamızı ise herhalde depremin insanın karşısında olanca heybetiyle yükselen bir dağ olmamasına borçluyuz. Bu yüzden gene dikebiliyoruz bostan olması gereken sulak topraklara bilmem kaç katlı binaları. Bu
Daha ortada pandemi gibi her şeyi altüst eden bir faktör yokken, Türkiye tiyatrosunun en büyük sorunu nedir diye konuşulduğunda birinci sırayı salon alırdı, ikinciyi metin. “Yerli oyun yazılmıyor, yazar yetişmiyor” herkesin dilindeydi de kaç tiyatro sahibi gerçekten yerli yazar peşindeydi, emin değilim.
Son yıllarda bu durum epey değişti. Yeni kuşak yazarlar bugünün ve buranın, benim nefes almaya çalıştığım toprağın meselelerini anlatan metinler kaleme alıyorlar ve beni en ödüllü İngiliz yazarının oyunundan daha çok ilgilendirebiliyor bazen.
Bu yüzden de BKM, DasDas, ENKA Sanat, İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) ve Zorlu PSM’nin başlattığı Ortak Yapım projesini de heyecan verici bulmuştum. Proje şuydu; bu beş kurum bir çağrı yapmış, yeni oyun metinleri beklediklerini duyurmuşlardı. Gelen başvurulardan beş tanesi seçilecek, yazarına da 7500 TL tutarında destek verilecekti.
Projenin sonuçları dün açıklandı; Ceyda Aşar, Gökhan Erarslan, Şamil Yılmaz, Ülkü Oktay ve Zeynep Kaçar’ın oyunlarının desteğe değer bulunduğu
Şu pandemi döneminde sıkça gündeme geldi, “insanın doğayla savaşı” meselesi. Yıllardır kendi yaşadığımız toprağa, soluduğumuz havaya, bizi hayata bağlayan suya, gezegeni paylaştığımız diğer canlılara karşı sürdürdüğümüz amansız savaşın sonuçları artık görmezden gelinecek düzeyi aşmıştı. Bugüne kadar kaynağı belirsiz yangınlar, su baskınları, yaz ortasında yağan dolular, tamamen karakter değiştiren iklim, gelmeyen kış, bitmeyen yaz, yok olan baharlar falan hep yok sayılarak geçiştirilmişti ama tam da kendimizi medeniyetin zirvesine ulaşmış zannederken, teknolojinin, bilimin efendisi olmuşken bir virüs bütün dünyayı esir alabildi. Artık anlaşılmış olması gerektiği üzere, bu savaştan galip çıkanın insan olması imkânsızdı.
Biliyorum, “savaş” kelimesine ya da “doğanın intikamı” tabirine kızanlar var ama bir şeyi dört koldan tahrip etmek için bunca çaba harcayan bir türün derdine ne isim vereceğini bilemiyor insan. Şuursuzluk, aymazlık, bencillik, kötülük diye kademe kademe eli artırmak
Bu “iyi hal indirimi” denen şey artık kötü bir şakaya dönüştü. Zaten hayatın en büyük kaybıyla sınanan insanların acısını artıran, tutundukları tek dalı kıran bir şaka. Senin çocuğun, gözünden sakındığın varlık sözüm ona aşk uğruna gitmiş evlenmiş ve evlendiği adam tarafından da yine o aynı aşk nedeniyle katledilmiş. Daha yirmili yaşlarının başında. Daha büyüyüp de hayata başlayamamış, artık bir geleceği de yok. Sen bir tek umuda tutunuyorsun: Adalet yerini bulacak, en azından kızımın hayatını elinden alan katilin de bir geleceği olmayacak, hapisten çıkamayacak. Mahkeme diyor ki “İyi hal indirimi”. Nedir, işte pişman olmuş, tasarlamamış da kendini kaybetmiş, meşhur “haksız tahrike” kapılmış, gözü dönmüş, şeytana uymuş vs vs.
En son dün sonuçlanan davada mahkemenin “iyi hal indirimiyle” ağırlaştırılmış müebbet talebini müebbede çevirdiği katil boşanma aşamasında olduğu 22 yaşındaki karısını defalarca tehdit eden, kadının son günlerini can korkusuyla yaşamasına sebep olan, en sonunda da başından
Bir insanın yaşadığı şehirle bağ kurmasını sağlayan çeşitli faktörler var. Benim için özellikle uzun yıllar istikrarını sürdüren festivaller bunların en önemlilerinden biri. Kendi ilk gençlik yıllarıma dönerek konuşursam da bu alanda İKSV’nin rolünü yadsıyamam. Biz gözümüzü İKSV’nin düzenlediği Sinema Günleri’yle açtık, sonra içinden yeni yeni festivaller çıktı, bir de baktık her sanatın bir dönemi var. İşte bahar Film Festivali’yle geliyor, yaza Klasik Müzik’le başlayıp Caz’la devam ediyoruz, vs. vs.
Pandemide bu takvim şaştı tabii ama bizi filmle de müzikle de tasarımla da öyle veya böyle buluşturmayı başardılar, başarıyorlar, şapka çıkarıyorum kendilerine. Ama açıkçası tiyatrodan fazla umudum yoktu ki, onun da müjdesi geldi. 24. İstanbul Tiyatro Festivali, 14 Kasım’da başlıyor. Üstelik öyle “Ne yapalım, pandemi koşulları” diye usulen kotarılmış olarak değil, son derece heyecan verici bir programla. 19’u fiziksel mekânda, 10 tanesi dijital
İtiraf edeyim, başta ne kadar dile getirilirse getirilsin, bir şey değişeceğine dair umudum yoktu. Kadınlar kendilerine karşı uygulanan çifte standartlara, tacizlere, mobbinglere, ne yapıp ne edeceklerinin dikte edilmesine, kariyerleri boyunca karşılarına çekilen setlere ses çıkarmaya başlamıştı evet, ama sonuç üç aşağı beş yukarı aynı olacak diye düşünüyordum. Düzen böyle kurulmuştu, büyük çoğunluğun da böyle gitmesinden şikâyeti yoktu.
Bir şeylerin değişiyor olduğunu görmek öyle heyecanlı ki. Aşırı iyimserlikten söylemiyorum bunu. 57. Antalya Altın Portakal Film Festivali Ulusal Yarışma’da birinciliği “Hayaletler” ile Azra Deniz Okyay’ın alması bir şeydi mesela. Kısa süre öncesine kadar bir film festivalinde ödül verilebilecek kadın oyuncu sıkıntısı çekilirken (İyi oyuncu olmadığından değil filmlerin çoğunda kadın karakter olmadığından. Bu yüzden verilemeyen ödüller biliriz) bu yıl birkaçı hariç bütün filmlerde kanlı canlı kadın karakterler olması bir şeydi. İstanbul Şehir