Hazar Ergüçlü hayatında kaygılarını, endişelerini geride bıraktığı bir dönemde... “Bizim mutluluğumuz, neşemiz ve yaşama sevincimiz, ortaya çıkacak her işten daha önemli” diyor
Hazar Ergüçlü 16 yaşında başladığı oyunculuk kariyerinde hem hızlı hem de kalıcı adımlar atarak yükselmiş, parlak bir genç oyuncu. 16 yaşı özellikle belirtiyorum, uzun zamandır hayatımızda ama aslında henüz 28 yaşında. Fakat bu süreye bir kariyeri dolduracak kadar film ve dizi, hatta Nuri Bilge Ceylan’ın “Ahlat Ağacı” ile Cannes Film Festivali bile sığmış durumda. Şimdi aynı anda birkaç iş yapıp setten sete koştuğu, kendisine zaman ayırmak şöyle dursun doğru düzgün uyku bile uyumadığı dönemi geride bırakmış; daha endişesiz, daha rahat ve daha mutlu bir genç kadın.
Nasıl gidiyor hayat, pandemiyle dizi çekimleri bir arada?
İnsan “Bir aycık da dişimizi sıkıp evde oturuverelim, ne var canım” diye başlayan bir kâbusun içinde bir yılı devirip artık “normalleşme” derken tam olarak nasıl bir şeyden bahsettiğinden bile emin olamazken sürece dair tutunacak iyi bir şeyler bulmaya çalışıyor. Hani işte “Şu yok ama yerine bu var” gibi, örnek de gelmiyor aklıma tam. Denilebilir ki en azından birbirimize ne kadar ihtiyacımız olduğunu anladık, insan insanın külüne muhtaçmış, bunu daha iyi bilir olduk. Ve bir araya gelmenin, işimizi gücümüzü yapmanın alternatif yollarını bulmaya, eski alışkanlıklarımızın yerine yenilerini koymaya başladık.
Mesela “Tiyatroya gidemiyoruz ama tiyatrolar bize geliyor” durumuna yeni boyutlar eklenmeye başladı. Artık sadece geçtiğimiz sezonlarda sahnelenmiş oyunların çevrimiçi yollarla bize ulaşmasını beklemiyoruz, pandemi koşullarına uygun üretilmiş eserler de çıkmaya başladı ortaya. Kadıköy Boa Sahne’nin “kısaları” böyle mesela. Hem dayanışma adına önemli bir adım hem de bu süreçte yeni
Polisiye romanları severim, son yıllarda yıldızı iyice parlayan seri katil dizilerini de mümkün mertebe kaçırmam. Dolayısıyla okuyunca kanımı donduracak, görmediğim, duymadığım detay yok pek. Ama son okuduğum kitabın kapağını kapatırken sırtımdan hafif bir ürperti geçmedi değil. Sanırım tamamen gerçek olmasından ve alışık olduğumuz gibi Amerika’nın bilmem hangi eyaletinde değil burnumuzun dibinde yaşanmış olmasından. Hani cesedi bulan kişi 911’i tuşlarken bir mesafe almak mümkün de mutfak döşemelerinin altından başsız cesetler, ev temellerinden kafatasları çıkan yer Konya Çumra olunca insan o kadar uzaktan bakamıyor olan bitene. Bir teselli olur mu bilmiyorum ama olay 1960’larda geçiyor.
Profil Kitap’tan çıkan ‘Bir Seri Katilin Gerçek Hikâyesi’ alt başlıklı “Çumra 1965”, gazeteci - yazar Sevinç Yavuz’un imzasını taşıyor. Yavuz daha önce de “Bizden seri katil çıkmıyor” tuhaf iddiasını yerle bir eden “1960’lardan Bugüne Türk Seri Katiller” adlı bir kitap yazmış, 23 artı
Yaşlanmak, yaş almak, ihtiyarlamak; herkes her birine kendine göre farklı bir anlam yüklüyor seçemedim, hangisini tercih ederseniz edin, onun bir “güzeli” var. Hani öfkenin değil hoşgörünün arttığı, ağzını açtığın an etrafını yakınmaya boğmadığın, gençlere burun bükmediğin, “Bizim zamanımızda böyle miydi” gibi ifadeler kullanarak kendini zamanın dışına mahkûm etmediğin, zarif ve tatlı bir biçimi. O zaman insanlar da senden kaçmıyor, aksine seninle sohbet etmekten keyif alıyor, sevgilerini, saygılarını, muhabbetlerini üzerinden eksik etmiyorlar. Hiçbir şeyi beğenmemeye bu dünyada geçirdiğin seneler kadar hakkın olduğunu düşünür, her konuda kendi kendini bilirkişi ilan edersen de tersi oluyor maalesef. Bu tehlikeyi fark ettiği an bu gidişe dur demeli insan.
Bizde bunlara bir kriter daha ekleyebiliriz: İçinden durduk yerde Zeki Müren hakkında ileri geri konuşmak geliyorsa kendine bir bakmanın zamanı geldi demektir. Ki bu saatten sonra öleli 25 yıl olmuş bir insan hakkında konuşmanın yeni bir gerekçesi
Uzun yıllardır söyleşi yapıyorum, bazılarından canımdan bezmiş olarak çıkarım, bazılarından gözüm parlayarak. Yeni bir insanı tanımaktan mutlu olmuşumdur, aramızda hoş bir sohbet akmıştır, iyi gelmiştir yani o bir iki saat bana. Bazen de öyle bir deneyime dönüşür ki o sınırlı süre, bitmesin isterim, durup durup bir cümlesi aklıma gelir, hemen arkadaşlarıma anlatmaya başlarım, haftalarca benimle birlikte dolaşır o sohbet. Kimsenin şaşıracağı bir şey olmayacak bu söylediğim; Doğan Cüceloğlu ile tam da böyle olmuştu. Başka nasıl olabilirdi ki zaten?
Önce son kitabını -Deniz Bayramoğlu ile nehir söyleşilerinden oluşan “Var mısın?”- bir solukta okumuştum, ardından da Milliyet Sanat röportajımız için o sıra gene İstanbul’u yoklayan karın kalkmasını bekleyip Kronik Kitap’ın ofisinde buluşmuştuk. 21 Ocak 2021. Bir ay olmamış daha.
Deniz Bayramoğlu’ndan alıntılayarak daha önce de yazdım, tekrar ediyor olacağım ama varlığıyla odayı aydınlatan insanlardandı. Işık, coşku ve neşe yayıyordu. “Karşımda koskoca hoca var, ciddi olayım, kendime çekidüzen
Nilüfer Belediyesi Kent Tiyatrosu’nun yeni oyunu “Hamlet’in Bütün Ölüleri”, özel olarak tasarlanmış dokuz odalı bir konteynerin içinde, her seferinde tek bir seyirciye oynanıyor
"Aslında ben Hamlet’in amcasını öldürüp tahta geçmesini istemiştim ama kötülük başladı mı, bir girdap gibi büyüyerek her şeyi yutuyor."
Konteynerin son odasında hayaletin konuşmasını izlerken çıkışta aklımda en çok kalacak cümlenin bu olduğunu düşünüyorum. “Kötülük başladı mı, bir girdap gibi büyüyerek her şeyi yutuyor”. Tabii kötülüğü yapanın kendisi başta olmak üzere. 40 küsur dakika süren mezarlık ziyaretinde “kendini vazgeçilmez sananlardan” yedisini dinledikten sonra ancak “Değdi mi?” diyor insan, “Değiyor mu sahiden?”
Önce başa dönelim, neden söz ediyoruz, nerede bu mezarlık, kim bu ölüler? Mezarlık, Bursa Nilüfer Belediyesi Halkevi Cumhuriyet Meydanı’nda bir konteynerin içinde. Nilüfer Kent
Bazı filmler var, insan bütün detayları unutsa da onu izledikten sonraki duygusunu unutmuyor. Sinemadan çıktığı anı (evet, sinemada film izlediğimiz günler), karanlık salondan İstiklal Caddesi’ne adım atarkenki dalgınlığını (hem de Beyoğlu’nda), perdeye bakıp bakıp gülümsediği ya da hüzünlendiği anları yıllar geçse de beraberinde taşıyor. Hayatında gördüğü en iyi film olması gerekmiyor, bu bir duygu sahiden. Ve benim için “Gitmek: Benim Marlon ve Brandom” böyle bir film. Tekrar izlersem büyüsünü bozmaktan korkacağım kadar böyle bir film.
İzleyip yağmurlu bir İstiklal Caddesi’ne çıkışımı dün gibi hatırlıyorum. Senaristi ve başrol oyuncusu Ayça Damgacı’yla buluşup hem filmi hem de hayat hikâyesini konuştuğumuzu ki zaten ikisi iç içe geçmekte, çünkü Ayça kendi yaşadığı bir aşkı anlatıyor, senaryoya da birlikte imza attığı yönetmen Hüseyin Karabey ile birlikte. Romantik, komik, hüzünlü, cesur bir aşk hikâyesi.
2008’in kasım ayı imiş film
Çağımızın hastalığı yalnızlık”. Bir yıl öncesine kadar farklı bir anlamı vardı değil mi hepimiz için bu cümlenin? Çok kullanılırdı ve biz henüz biz ev hapislerine, virüs kaynaklı yalnızlıklara mahkûm olmamıştık. Bu hastalığın sebebi insanın içinde bir yerlerdeydi. Hızlı akan yaşamında, karşısına sıralanan sonsuz seçenekte, doymak bilmeyen tüketme arzusunda. Meşguliyetlerle ve koşuşturmacalarla tıka basa dolu bir yaşamda başkalarına hakkıyla yer açmak zordu neticede.
Şimdi artık istesek de istemesek de bir hayli yalnızız ve dışarıda da bizi oyalayıp eğlendirecek bir hayat akmıyor epeydir. Murat Gülsoy “Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet” romanını bugünler için yazmamıştı kuşkusuz, ama DasDas yapımı sahne uyarlamasının seyirciyle buluşmasının bu zaman denk gelmesi bir başka anlamlı oldu. Gerçi daha sahneler kapanmadan provaları başlamıştı ama prömiyer online tiyatro dönemine kaldı.
Ceren Boz ile Nagihan Gürkan tarafından uyarlanan, Nagihan Gürkan tarafından sahnelenen oyun, erken emekli olunca ne kadar büyük bir yalnızlık