Bu sene benim için çok özgün, çok etkileyici bir sinemacıyla tanışma yılı oldu; Belmin Söylemez ile. İlk uzun metrajı “Şimdiki Zaman”ı elbette duymuş ama ilk 2022 yılında “Ayna Ayna”yı izlemiş bir sinema izleyicisi olarak “Daha önceleri nerelerdeydiniz?” densiz sorusunu sormama ramak kalmıştı ki, Uçan Süpürge’deki toplu gösterim sayesinde yıllardır çektiği kısa filmleri, belgeselleri izleme şansım oldu.
“Bilge ve Öğrencisi: Bir Reji Asistanının Günlüğü” adlı kısa belgeselinde anlattığı gibi sinemaya 21 yaşında Bilge Olgaç’ın asistanı olarak başlamıştı. Reklam sektöründe metin yazarlığı yapmış, basın kuruluşlarında kurgucu, yönetmen olarak çalışmış ve müthiş bir gözleme ve de mizah duygusuna sahip belgeseller çekmişti. Türkiye’de erkeğin gurur simgesi bıyığa yüklenen anlamları ele alan “Bıyık” ve İstanbullular olarak ‘kanayan yaramız’ taksilere içeriden bakan “34 Taksi” mesela.
İlk uzun metrajı “Şimdiki Zaman”dan sonra
Bu sene Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin Kısa Film Yarışması’nda önce ismiyle dikkat çeken, sonra da hakkında çok konuşulan bir film vardı. İsim Shakespeare’in “Fırtına”sının meşhur alıntısıydı, “Cehennem Boş, Tüm Şeytanlar Burada”. Film de konservatuvar sınavı için “Fırtına”daki Ariel’in monoloğunu hazırlamakta olan Gülşah’ın asistanlık yaptığı tiyatroda uğradığı taciz hikâyesini anlatıyordu.
Muhtemelen setlerde, kulislerde, okullarda her gün onlarcası yaşanan bir ‘usta’ - ‘çırak’ tacizi söz konusu olan. Hani bir şey desen diyemezsin, karşında yılların oyuncusu, belki o güne kadar hayranlık duyduğun ünlü bir isim vardır. Hareketi hem çok bariz, hem kaçmasına fırsat verecek kadar kaypaktır. Soyunma odasında üstü çıplak olarak asistanın üzerine üzerine yürümek, sınırlarını ihlal etmek, onu kendi bedenine maruz bırakmak gibi. “Ne yapıyorsun hocam?” diyemediğin gibi, yakın olduğun birine anlattığında bile “Emin misin doğru anladığından?”
İnsanın hayatının gizli köşelerini eşine dostuna açması bile yeterince zorken bunları kamera karşısında açık edip hiç tanımadığı insanlarla paylaşması imkânsıza yakın olsa gerek. Bu nedenle birinin hayatını anlatan belgeseller çoğu zaman onun en ütülü kolalı hallerini yansıtıyor gibi gelir bana. Kimsenin hatası yoktur, zaafı yoktur, düşmez, kalkmaz. Gene en çok bu nedenle 26. Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali’nde izlediğim “Düet”e bayıldım.
“Düet”, iki gencecik kadın yönetmenin; İdil Akkuş ile Ekin İlbağ’ın, iki gencecik kadın sporcunun hikâyesini anlatan filmi. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü, İstanbul Film Festivali’nde mansiyon aldı, bu hafta yolu Ankara Uçan Süpürge’ye uğradı, şimdi sırada Documentarist 16. İstanbul Belgesel Günleri var.
Filmin kahramanları Defne Bakırcı ve Mısra Gündeş, senkronize yüzme düet kategorisinde yıllarca omuz omuza mücadele etmiş iki ortak, iki yol arkadaşı, çeşitli şampiyonalarda
Perdede bir şehir izliyoruz, her yer olabilir. Hayatı boyunca İstanbul’da yaşamış birinin bile tanıdık bir köşe bulması zor. Galata Kulesi yok, kuş bakışı tarihi yarımada yok, Boğaz yok… Renkleri de net değil zaten, bir duman ve grilik hakim. Bir de şantiyeler, devasa inşaatlar, duvarlar, tuğlalar. Arada bir palmiye ağacı görünmese gözümüze sıkışmış, hangi iklimde olduğumuzu bile tahmin edemeyebiliriz.
O şehirde, o inşaatlarda, o koğuşlarda iki genç adamın peşine takılıyoruz. Mardinli öğretmen Ferhat ve amca oğlu Emrah. Dedeleri ve babaları gibi inşaatlarda duvarcılık yapıyorlar fakat o betona gömmeye niyetli olmadıkları hayalleri var. Ferhat mesleği olan öğretmenliği yapmayı, Emrah ise üniversite okumayı istiyor. Öncelikli dertleri Cezayir’e gidip orada çalışarak kısa zamanda para biriktirmek, belki artık yaşlanan babalarının işi bırakıp dönmesini sağlamak ve borçlarını ödeyip hayata ‘başlayabilmek’. Biz de seyirci olarak bu Cezayir’e gitmek için vize bekleme sürecinde Ferhat ve Emrah’ın o şantiyelerdeki, işçi koğuşlarındaki
Çocukluğunuza gidip kendinizi mutlu hissettiğiniz anlardan birini seçecek olsanız bir yerinden bir yiyecek geçme olasılığı yüksektir. Ya da belki şöyle söylemeli; üzerinden ne kadar yıl geçerse geçsin, tatların ve kokuların sizi bazı anılara götürebilme, duyguları canlandırabilme gücü var. Ne bileyim, ben nerede olursam olayım, kızarmış ekmek kokusu duyduğumda ailece kahvaltı sofrasına oturacağımız bir pazar sabahına uyanmış gibi hissederim mesela. Ya da kiraz, kayısı ve Malta eriği görünce ilkokuldayken sömestirin son haftası gittiğimiz pikniklerin coşkusu dolar içime. Bir zamanlar Levent’te yürüyerek gidebildiğimiz piknik alanları olduğunu da şaşırarak hatırlarım tabii. İstiklal Caddesi’nin şimdi yerinde yeller esen Bab Kafeterya’sının sosisli sandviçiyle bir kez daha karşılaşacak olsam bütün bir lise hayatımın neşesinin, okul sonrası oturduğumuz, çaktırmadan bakıştığımız, jukebox’a jeton atarak mesaj kaygılı şarkılar çaldığımız günlerin geri geleceğinden neredeyse
Kitapçılar, tiyatro salonları, sahaflar, sinemalar, kimi kafeler, pastaneler, kırtasiyeler, plakçılar, bunlar yıllandıkça bulundukları kente değer katan yerler. Anı biriktirirler çünkü. Yeni açılacak on kat daha modern ve olanaklı ve cafcaflı bir benzeri o yüzden tutamaz onun yerini. İlk kitabınızı almışsınızdır, ilk plağınızı dinlemişsinizdir, ilk aşkınızla tanışmışsınızdır, anneniz elinizden tutup götürmüştür, ilk profiterolünüzü yemişsinizdir, sevdiğiniz aktörü ilk kez canlı izlemişsinizdir. Ve bir dolu farklı insanla benzer deneyimleri paylaşmışsınızdır. Bu da bir kentin kültürünü oluşturan, orada yaşayanları yakınlaştıran ortak paydalardan biridir.
Geçen haftalarda Ortaoyuncular’ın evi 1885’e gittiğimde duymuştum bunun huzurunu. Bütün güzelliğiyle dimdik ayaktaydı. 1885 yılında Mimar Campanaki tarafından yapılmış, 87 yıl tiyatro, 17 yıl sinema olarak hizmet vermiş, 1989’da da Ferhan Şensoy tarafından tekrar tiyatroya çevrilmişti. Kokusuyla, dokusuyla bütün o yılların hakkını veriyordu, hiçbir
Sanırım nisanın başıydı, Özen Yula ile bir telefon konuşması yapmıştık. “Güzel bir haberim var” diye girmişti söze. “Herhalde yeni bir tiyatro oyunu” diye düşündüm, çok daha güzeli geldi: Yeni bir tiyatro salonu. Hatta daha iyisi; yeni bir kültür – sanat merkezi. Yazar – yönetmen Özen Yula’nın genel sanat yönetmenliğinde.
Böyle şeylerin haberini almamızla o merkezin kapılarını açması arasında aylar – yıllar olmasına, hatta bazen bir türlü açılamamasına alışkın biri olarak, bir ay geçmeden HoP’ta (House of Performance) oyun izleyeceğime ihtimal vermezdim, o da oldu. Yepyeni yüzüyle Bakırköy’ün ünlü Avşar sinemalarının yerine açılan HoP, 26 Nisan’da seyircilerini buyur etti, geçen hafta da ilk oyunları “Dostlarla Akşam Yemeği” perde açtı.
Önce merkezden biraz söz edelim; bu mekânın hayata geçmesini sağlayan üçlü; sanata yatırımın geleceğe yatırım olduğunu gören ve genel sanat yönetmeni olarak da
Şarkıların çoğunlukla birer birer kulaklarımıza ulaştığı bir devirde sevdiğiniz bir müzisyenin dokuz şarkısını birden içeren bir albüme kavuşmak ve bu şarkıların kendi içerisinde bir akrabalık taşıyarak sana bir hikâye anlatması büyük nimet. Belli bir sırayla dinliyorsun, bazısında takılıp kalıyorsun, döndürüyorsun, bittiğinde baştan başlıyorsun ve her seferinde yeni bir şeyler keşfediyorsun. Birsen Tezer’in üçüncü albümü “Kâğıttan Kaptanlar”da bana olan tam da bu mesela. Şimdilik döne döne en sık uğradığım durağı, insanın kalbine kanat takan sözleriyle albümün isim şarkısı. Geç buldum, çabuk kaybetmeye niyetim yok.
Daha önce çeşitli vesilelerle yazmıştım, ilk albümü “Cihan” (2009) çıkmadan çok önceden tanıdığım, sahne aldığı her yerde takip ettiğim ve Kalan Müzik’te Hasan Saltık’ın ofisinde ilk albümünün çıkmasına karar verilen ana tanıklık etme şansı bulduğum bir müzisyen, Birsen Tezer. İki sene önce kaybettiğimiz, yeri