Bir yaptıklarının bir dökümüne bakıyorsunuz, bir yaşına, nereden bakarsanız bakın, olmuyor. Gazeteci, yazar Tolga Akyıldız, bu genç yaşında nasıl üç ömürlük iş yaptı ve çok acelesi varmış gibi apar topar kalktı gitti. Varmış acelesi demek ki. Yine çok önemli bir gazeteci olan (Hey dergisinde başladığı mesleği Milliyet gazetesinde, Abdi İpekçi’nin yanında muhabir olarak devam ettirmiş, yıllarca polis muhabirliği, savaş muhabirliği, istihbarat şefliği yapmış, yolu Cumhuriyet’ten, Nokta’dan, Güneş’ten geçmiş, Hürriyet’te haber müdürlüğü yapmış) ve hayata Tolga’yla aynı yaşta veda etmiş babası Erhan Akyıldız gibi.
İnsan hayata beraber başlayıp yıllar yılı yan yana devam ettiği birini kaybedince, onu hem iyi tanıdığını hem de hakkında çok az şey bildiğini fark edebiliyor. Benim için öyle oldu, Tolga, Galatasaray Lisesi’nden tanıdığım, hep ne yaptığını ne ettiğini bildiğim, sık sık karşılaştığım, ara sıra araştığım bir arkadaşımdı. Hep nazik, hep matrak, hep parlak zekâlı ve yaratıcı. Ama 1973 doğumlu birinin
Genç olmak, hayatın başında olmak, kendi başına zor. Önünde seçenekler varsa hangisinin senin için doğru olduğunu bilemezsin, gönlün hem şu mesleği hem ötekini çeker, birini seçsen diğerini kaçıracaksındır. Tut ki karar verdin, bir yanda seni yönlendirmeye çalışan bir annen baban vardır büyük ihtimalle, onları da ikna etmen gerekir ki bu senin hayatındır… Ya olmazsa, ya başarılı olamazsan, ya mutlu olamazsan, hep bir takım soru işaretleri…
Fakat bütün bunlar, yine de geleceğe dair umutları, ‘seçenekleri’ olan gençler için geçerli. Sadece var olmak için, tanıdıkları tek memlekete, ‘ev’ diye bildikleri yere sığmak için nefretle, öfkeyle, yalnızlıkla mücadele etmesi gerekenler için değil. Oyunumuzun kahramanları için değil mesela. Onların önünde uzanan parlak bir gelecek, sayısız seçenek yok, sadece tekinsiz bir bugün, belirsiz bir yarın var. İsimlerini bilmiyoruz, ‘pişşşt’ diye sesleniyorlar birbirlerine. Sırf varlıkları birilerinin hoşuna gitmiyor
Bu yıl 27 Mart Dünya Tiyatro Günü’nü İstanbul’un kıymetli bir tiyatro mekânının daha kapılarını kapattığı haberiyle karşıladık.
Kültüral Performing Arts Tiyatrosu, 2017 senesinde Levent Sanayi’de büyük emeklerle kurulmuştu. Bizde tiyatro kurmak da salon açmak da biraz ‘deli işi’ kabul edilir, bu sahne de tam “Burada tiyatro falan olmaz” denilen noktada ısrarla, inatla filizlenmiş, kolektif bilinçle yükselmiş, kısa zaman içinde de İstanbul kültür sanat hayatının önemli bir parçası haline gelmişti. Hem kendi iç yapımlarını sahneliyor hem başka bağımsız tiyatrolarla salonu paylaşıyorlardı.
Mekânın sahibi, tiyatronun da kurucularından yazar Yakup Almelek idi. Ekibin tek muhatabı ve destekçisi, tiyatronun faaliyetlerinin burada süreceğinin teminatı. Yedi yıl da böyle devam etti her şey.
Gelgelelim Kültüral Performing Arts Tiyatrosu’nun 27 Mart’ta yayımladığı basın açıklamasından öğreniyoruz ki Ağustos 2022’den itibaren sağlık sorunları yaşayan Yakup Almelek ile iletişimleri kesiliyor,
Dünyanın bin türlü derdiyle ilgili haberler arasında içini açan bir şeye rastlayınca seviniyor insan. “Yeni Zelanda hükümetinden aşk acısı çeken gençlere destek” böyle bir haber oldu benim için. Zaten 37 yaşında geldiği görevinde bütün erkek ağırlıklı politika âlemine örnek olacak işler yapan eski başbakanları Jacinda Ardern’den ötürü bana rüya gibi gelen bir tarafı vardı bu ülkenin. Üzerine bu görevin kendisine verdiği “Ne zaman liderlik edecek doğru kişi olduğunuzu ve ne zaman olmadığınızı bilme sorumluluğu”na bağlı kalarak görevi bıraktığını açıkladı Ardern. Kabul edelim, bu da nadir rastlanan (ya da rastlanmayan) bir durumdu. Şimdi de aşk acısını ciddiye alan bir hükümetleri var.
Haber bütün kaynaklara bu program için ayrılacak 4 milyon dolar bütçesiyle yansıdı. Değil mi, çünkü her şeyin değeri maddi karşılığıyla ölçülüyor, bir hükümetin “kesenin ağzını açması” haber olabiliyor ancak. Bana göre,
2021 yılındaki Antalya Altın Portakal’da bir film vardı, gösterim sırasında kaç kişinin fenalaşarak çıktığı haberleriyle gelmişti gündeme: “Kürtaj / L’Événement”. Ayılıp bayılanlar, kapıya gelen ambulanslar, doğal olarak yükselen merak. Hani şu her türlü şiddet görüntüsünü kanıksadığımız, cep telefonlarından neredeyse naklen cinayet izlediğimiz devirde bu filmde ne olabilirdi bu kadar hassasiyet yaratacak?
Senaryosunu Annie Ernaux’nun 2000 yılında yayımlanan romanına dayanarak Audrey Diwan ve Marcia Romano’nun yazdığı filmi izlediğimde cevabın kişiselliğinde olduğunu düşünmüştüm. O kişisellik izleyeni de kapsıyor, karakterle çok içeriden bir yerden bağ kurmasını ve yaşadığı her duyguya inanmasını sağlıyordu. Sonradan kitaplarını okuyunca daha iyi anladım ki marifet Ernaux’nun kaleminde, okura içini açma biçimindeydi. Kürtajın yasak olduğu ‘60’lı yılları genç bir kadın olarak yaşayıp anne olmak yerine okuluna devam etmek için neredeyse ölümü göze almış
Tanpınar’ın başyapıtı “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”, Serdar Biliş’in rejisiyle, Saatler Kolektif yapımı olarak sahneye taşınıyor. Serkan Keskin’in bütün karakterleri canlandırdığı projede hikâye, tiyatro ve sinemayı birleştiren bir dünyada anlatılıyor.
Kemerburgaz’daki Orion Film Stüdyoları’nda gözle görülür bir heyecan var. Bu kadar büyük çaplı bir iş herkesin taşın altına elini koyduğu kolektif bir üretim biçimiyle hayata geçirildiği için ben de içimden ikiyle çarpıyorum heyecanı. Sonuçta herkesin gönülden yer aldığı, hevesle ucundan tuttuğu bir iş yapılıyor, azımsanacak şey mi? Önce basın bülteninden aktaralım: Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ölümsüz başyapıtı “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”, Serkan Keskin’in onlarca surete büründüğü bir oyunculuk şöleniyle, doğu batı, eski yeni, geleneksel ve modern kutupları arasında salınıp duran edebi bir stand-up olarak Serdar Biliş’in yönetmenliğinde sahneye uyarlanıyor.
Bu başlı başına
Bazen merak ediyorum, kadınlar olmasaydı “şeref, namus, ahlak” ve benzeri kavramlar neyin üzerinden tanımlanacaktı? Erkekler buna dair nasıl bir çözüm bulacaktı? “Karım benim namusum” diyemeyince namusunun göstergesini nerelerde bulacaktı bir koca mesela? Ya da baba, erkek kardeş, ağabey, dayı, amca.
Bu hafta Başakşehir Teknik Direktörü Emre Belözoğlu’nun ailesini övmek için bulduğu formül yine bir “şeref” meselesi çıkarttı karşımıza. Birden şeref nerede, onu tartışır olduk. Kendisi çok net ve emin bu konuda, “Bir tane annem var, babamdan önce başkasının elini tutmamış; eşim var, benden önce kimsenin elini tutmamış. Şeref istiyorlarsa bizde fazlasıyla var” diyor. Önce şunu belirtelim: Belözoğlu bu açıklamaya hangi vesileyle gerek duyuyor? Beşiktaş maçında siyah beyazlı taraftarların kendisine ettiği küfürler nedeniyle. İki kızıyla beraber geldiği maçta annesine yönelik küfürlere maruz kalmış. Yani ortada birbirine kızan ve bunu yine kadınlar üzerinden dile getirmeyi seçen erkekler
Salona giriyoruz, yerlerimizi almaktayız, koltukların arasında dolaşan bir kadın seyirciyle sohbet ediyor; evli misin, bekâr mısın, yanındaki kocan mı, yalnız olanları birbirine yakıştırıyor, arada çalmakta olan türküye uyup oynuyor. Birazdan anlatacağı hikâyenin hüznüne ruhunun neşesini katmış durumda. Yıllarca içine içine konuşmuş, içinde alevden bir top gibi duran ve bütün hayatını düğümleyen öfkesi bir gece, “o meşhur gece” tuvaletin buzlu camı gibi kırılıp parça parça olmuş, artık sesi çıkıyor. Bize de “o geceyi” anlatacak şimdi.
Ayten, bir pavyonda tuvaletçilik yapıyor. Son derece memnun işinden, “makamım” diye söz ediyor kurulduğu tuvalet kapısından. Eli ekmek tutuyor bir kere. Ondan önce yıllar yılı evi çekip çevirmiş, iki kızını büyütmüş, kocasını eğlemiş, hasta kayınvalidesine, annesine bakmış ama cebine para girmemiş hiç. Ne zaman ki ona psikolojik ve fiziksel şiddet uygulayan, bunları da hep “sevdasından” yaptığını söyleyen Kadir İnanır’a benzeyen