Çocukluğunuza gidip kendinizi mutlu hissettiğiniz anlardan birini seçecek olsanız bir yerinden bir yiyecek geçme olasılığı yüksektir. Ya da belki şöyle söylemeli; üzerinden ne kadar yıl geçerse geçsin, tatların ve kokuların sizi bazı anılara götürebilme, duyguları canlandırabilme gücü var. Ne bileyim, ben nerede olursam olayım, kızarmış ekmek kokusu duyduğumda ailece kahvaltı sofrasına oturacağımız bir pazar sabahına uyanmış gibi hissederim mesela. Ya da kiraz, kayısı ve Malta eriği görünce ilkokuldayken sömestirin son haftası gittiğimiz pikniklerin coşkusu dolar içime. Bir zamanlar Levent’te yürüyerek gidebildiğimiz piknik alanları olduğunu da şaşırarak hatırlarım tabii. İstiklal Caddesi’nin şimdi yerinde yeller esen Bab Kafeterya’sının sosisli sandviçiyle bir kez daha karşılaşacak olsam bütün bir lise hayatımın neşesinin, okul sonrası oturduğumuz, çaktırmadan bakıştığımız, jukebox’a jeton atarak mesaj kaygılı şarkılar çaldığımız günlerin geri geleceğinden neredeyse eminimdir.
Biber dolmasından karnıyarığa her birinin en güzel halini kendi annemizin yaptığından emin olduğumuz bir sürü yemek eski güzel günlerin geri gelme umuduyla pişirilir hep. Neşeli sofraların, birleştiren sohbetlerin, kahkahaların özlemiyle…
Ben birkaç gündür tam da böyle bir özlemle başvurduğum ve dinlerken yüzümde hep bir tebessüm olduğunu fark ettiğim bir podcast dinlemekteyim. “Damak hafızamıza hiç çıkmamacasına kazınan lezzetler” üzerine bir podcast; adı “Yedik İçtik”. Bir kere iki sıcacık ses tarafından sunuluyor, hani gülümsemesi sesine yansıyan insanlar vardır ya, onlardan ikisi de: Deniz Alphan ve Hülya Ekşigil. İkisini de tanıma şansına sahibim, Deniz Alphan’la yıllarca Milliyet hafta sonu eklerinde mesai yaptım, Hülya Ekşigil Milliyet Sanat’ta İaşe adlı nefis bir köşe yazıyordu. İkisi de yeme içme erbabı olmanın yanı sıra yıllarını mesleğe vermiş önemli gazeteciler oldukları için soruyu soran kişi konuya ve konuğa hâkim olduğunda söyleşinin nasıl aktığına dair ders niteliğinde, çok keyifli yayınlar çıkıyor ortaya. Bir de çok hoşsohbet her ikisi de tabii.
Gülse Birsel’in konuk olduğu programla başladım dinlemeye, pazar günüme neşe geldi. Gerçekten “yağı azalt, unu, şekeri yok et” çağında yazarken tahin helvası yediğini, Trabzon tereyağını kaşıklayarak tükettiğini anlatan birini dinlemek başlı başına bir keyifti. Üzerine New York’ta öğrenciyken kâğıt havlu rulosuyla açtığı mantı gibi müthiş eğlenceli anılar eklendi. Murathan Mungan ile devam ettim, her zamanki gibi bir sürü yeni şey öğrenerek tamamladım. En son Ayfer Tunç konuk olmuş, “Yaşama sevinci olan bir ailede büyüdüm” diyor, üstelik babasını küçük yaşta kaybetmiş biri olarak ve bir ucu Bulgaristan’a bir ucu Kafkasya’ya dayanan ailesinin çok kültürlü mutfağını müthiş bir keyifle anlatıyor. Şimdi bir beslenme uzmanı olarak sağlığın mutlulukla, mutluluğun yemekle ilişkisini yadsımadığı için “Simit de yerim lahmacun da” diyen Dilara Koçak’ı dinlemeye başladım.
Yeme içme kültürü insana dair ne kadar çok şey söylüyor, her dinlediğim kişiyle ne ortaklıklar kurdum, kendi hangi anılarıma gittim. Galiba herkesin ortak cümlesi “Herkesin annesi çok güzel yemek yapar ama benimki sahiden çok güzel yapardı”. Murathan Mungan “Ve bunun büyük çoğunluğu yalandır” diye eklemiş ama benimki çok güzel yapardı gerçekten.