Bir insanın iç dünyasının saflığı, zenginliği, güzelliği yaptığı her işe, hayatına dokunduğu herkese böylesine yansır mı? Geçen yıl bu zamanlardı, Civan Canova’yı uğurladığımızda. 20 Ağustos 2022. Ne kadar erkendi, daha 67 yaşındaydı. Ama bir yandan da sanki çok da uzun zamanı olmadığını bilir gibi delice bir hızla yazmış, çizmiş, soluksuz bir üretim içinde geçirmişti yıllarını. Sahnede, perdede hayat verdiği rolleri saymıyorum bile.
Ara sıra döner bakarım yazdıklarına, çizdiklerine. Çok özenli bir web sitesi vardı, yazdığı birbirinden değerli oyunlar bir yana, müthiş bir açık sözlülükle kendini anlattığı yazıları vardı orada. Bütün hayatını, gördüklerini, düşündüklerini, sevdiklerini yazıya dökmüştü. Günlük gibi. Bir zaman sonra da tuvallere dökmeye başladı hepsini. Aslında çocukluğundan beri yapıyordu resim ama o zamanlar yaptıklarını beğenmiyor, bitirince parçalayıp atıyordu. Uzun bir ara verdi sonra çizmeye, boyamaya. Oyunculukla, oyun yazarlığıyla geçen yılların
Sadece Türkiye’de değil dünyada da eşi benzeri olduğunu sanmadığım bir gazete macerası var. Hayret ve hayranlık verici bir macera. Böyle bir söz söyleme inadı, böyle bir mücadele gücü ve beceri görülmemiştir. Bir kere sermayeleri var mı? Yok. İçlerinden birinin (Sabahattin Ali) ortaya koyabileceği bir 1000 lirası var (yıl 1946) bir de güçlü kalemleri, daha da güçlü yürekleri. Karşılarına çıkan engeller ise daha en temel adımlarda başlıyor. Matbaa gazeteyi basmıyor mesela. Ya da dağıtımcı dağıtmıyor. En sonunda tehditler, baskılar ve hapis cezaları başlıyor. “Muharrirleri nezaret altına alınmadığı ve hapse girmediği zamanlarda çıkar” ibaresiyle gene çıkarıyorlar gazeteyi. Kapatılıyor, isim değiştirip Merhum Paşa oluyorlar. Gene kapanıyor, Malum Paşa oluyorlar. Yedi Sekiz Hasan Paşa’dan Ali Baba ve Kırk Haramilere varana kadar yedi isim, sekiz sahip, 10 yazı işleri müdürü, dokuz matbaa, 10 adres değiştirerek 77 sayı çıkan bir ‘gülmece’ gazetesi bu.
Markopaşa’nın her aşamasında insanı şaşkınlığa
Gün geçmiyor ki boşandığı kocası tarafından ‘güpegündüz’, ‘sokak ortasında’ öldürülen bir kadın haberine daha rastlamayalım. Ve bu cinayetin arkasında katile karşı alınmış bir uzaklaştırma kararı olmasın.
Tek tırnak içine aldığım ifadeler genellikle medyada bu tür haberler yapılırken altı çizilen unsurlar. Çünkü bir cinayetin gün ışığında işlenmesi şaşırtıcı, sokak ortasında olması iki kere şaşırtıcı. Halbuki bu aynı zamanda katilin ne kadar kararlı olduğunu, hiçbir şeyden korkusu olmadığını gösteriyor. Büyük olasılıkla korkmadıkları arasında ağır bir ceza alma ihtimali de var, çünkü hala geçerliliğini koruyan “başka erkeklerle görüştüğünü öğrendim” gibi bahanelere sığınabileceğini biliyor.
Üçüncü unsur olan ‘uzaklaştırma kararına’ gelince, bu da ‘kurbanın’ başına geleceği önceden bildiğini, hayatını korumak için mücadele ettiğini, resmi mercilere şikâyette bulunduğunu, yani cinayetin göz göre
Bazı konular var, aslında hayatta inanılmaz yaygın ama sinemada mesela pek de fazla çıkmıyor karşımıza. Biraz lüks muamelesi görüyor, her şey bitti de sıra ona mı geldi gibi herhalde. Belli bir yaşa gelmiş ve çocuk doğurmamış kadınının hikâyesi onlardan. ‘Doğasının gereği olanı yadsımış’ kabul edilen bir kadının çok da anlatılacak bir yanı olmadığına mı inanılıyor acaba? Zaten denemelere bakılınca anlatılmasa daha mı iyi öte yandan… Çünkü anlatmak için önce anlamak gerek, öyle değil mi?
Başka Sinema salonlarında gösterime giren bir film var: “Başkalarının Çocukları” (Les Enfants des autres). “Başkalarının çocuklarını sevmek risklidir” diye başlıyor tanıtım metni. Ne olabilir çünkü? Hep çemberin dışında kalırsınız. Hiçbir zaman onların gerçek annesi ya da babası değilsinizdir, kurduğunuz bağ da kan bağı olmadığı için daha az değerlidir. Öyle midir peki gerçekten?
Fransız yazar - yönetmen Rebecca Zlotowski, prömiyerini Venedik Film Festivali’nde yapan beşinci filmi
Yaz, insanın kendisini biraz daha hafif ve neşeli hissetmeye meyilli olduğu, okuduklarında, izlediklerinde de böyle bir şeyler aradığı bir mevsim. Bu aradığımızın karşılığını maalesef yazları ekranlarımızı saran romantik komedilerde bulabildiğimizi söylemek zor. Neticede hafiflemeye ihtiyaç duyarken mizah duygumuzu rafa kaldırmıyoruz, değil mi?
Kısa süre önce beşinci ve son sezonuyla seyirciye veda ettiği için fanları olarak yas tutmakta olduğumuz “Marvelous Mrs Masel” (Muhteşem Bayan Maisel), bu ve birçok başka ihtiyaca cevap veren, çok zekice yazılmış, şahane oynanan, komik ve eğlenceli bir dizi. Eğer henüz tanışmamış şanslılardansanız şu çöl sıcaklarında yüzünüzü güldürecek bir serüvene neden adım atmayasınız?
Bu övgü dolu girizgâhtan sonra ne anlatıyor bu dizi dersek… Yıl 1958, Midge Maisel (Rachel Brosnahan) son derece becerikli, iki çocuklu, ‘kusursuz’ bir ev kadını. Hani çoluğu çocuğu çekip çevirirken anneden gelen alışkanlıkla ideal vücut ölçülerini de koruyan, hobi olarak
Gerçek cinayetlerin izini süren belgesellerin, filmlerin, dizilerin izleyene insan doğasına dair ürkütücü sorular sorduran bir yanı var. Hani ne oluyor da senin benim gibi sıradan bir insan kendisini katil olarak buluyor? Hele hele anlatan yazar-yönetmen karakterini gözünü kırpmadan insan doğrayan soğukkanlı bir psikopat katil olarak çizmeyi seçmemişse.
Candace (Candy) Montgomery’nin “Love & Death” (Aşk ve Ölüm) adlı yedi bölümlük mini dizide anlatılan hikâyesi bu anlamda insanı ciddi şekilde içine çekiyor. Aynı kişinin “Candy” adlı dizide de işlenen hâli için ise aynı şeyi söyleyemiyoruz. Candy, adı gibi gayet tatlı, nazik, güler yüzlü bir ev kadını. Teksas Whylie’de yaşıyor. Kocasıyla belli ki âşık olarak evlenmişler, hâlâ da sevgi ve anlayış dolu bir arkadaşlıkları var fakat işler iyice monotonlaşmış. Zaten kasabada kadınlar için hayat böyle. İş yok güç yok, evi çekip çevirmeye, kocalara ve çocuklara adanmış bir ömür var.
Candy
Taksilere gelen, geleceği söylenen her zam haberinde içinizden, “Eh artık aradığımızda araba bulabileceğiz” diye geçiriyor musunuz siz de? Ve sonuç gene de hüsran oluyor mu?
Gerçi ben artık taksiyi a noktasından b noktasına gitmek için kullanılabilecek seçenekler arasından mümkün mertebe çıkartmış durumdayım. Zira sizi a noktasından zaten almayan, alacaksa da bir ihtimal c’ye, d’ye götürecek, ama asla b’ye gitmeyecek olan taşıma aracı taksi. Gidiş yolundan söz etmiyorum bile. Ama en kısa yol olmadığı kesin.
Buna karşılık, iki ay içerisinde ikinci kez Sabiha Gökçen Havalimanı’ndan taksi kullanmak durumunda kaldım. İlkinde Taksim’e gelişimiz uçak biletinden daha fazla tutmuştu. Zira şoför arkadaş sorgusuz sualsiz Avrasya Tüneli’nden gitmiş, zaten uzattığı yola otoyol ücreti de eklenince dolandırma eylemi taçlanmıştı.
Bu deneyimden ağzı yanan iki kişi olarak bu sefer taksiye binmeden başladık seçilecek yolun pazarlığını yapmaya. “Navigasyon nereden götürürse”
Her yazın sınırlı bir zamanını, burada evi olan arkadaşlarım nedeniyle/sayesinde Gümüşlük’te geçiren biriyim. Yani aslında bir tür yazlıkçıyım ve ben bile artık “Bu insan akınının sonu nereye varacak, bu yarımadanın eni ne boyu ne, çeksen ne kadar uzayabilir?” gibi sorular sorar oldum. Yerlilerin ne düşündüğünü tahmin bile edemiyorum.
Trafik sorunu korkunç boyutlarda bir, barınma sorunu İstanbul’u aratmaz halde iki. Sıradan (gerçekten çok sıradan) bir otelin bir gecesi için 4000 TL ve üstünü gözden çıkartmak gerektiğini söylersem ev kiralarına dair de bir tahmin yürütülebilir sanki. Ama hepsinden önemlisi su yok. Neredeyse her gün bütün gündüz saatlerine yayılacak şekilde su kesintisi oluyor. Muhtemelen bu plajlarda şakır şakır su akıtılarak duş alınamasın diye düşünülmüş, adı konmamış bir önlem. Artık insanların birbirine “Su kesildi mi?” diye değil “Su akıyor mu?” diye sorduğunu söylersem durum net olur sanırım. Haber değeri olan