İçki, kumar, futbol

21 Mayıs 2013

Yugoslavya dağılırken yaşananların en mühim habercilerinden birinin futbol olduğunu söylemek yanlış olmaz. Eskiden Yugoslavya’nın, şimdi ise Sırbistan’ın en iyi takımlarından biri olan Kızıl Yıldız’ın taraftarları Miloseviç’in etnik temizlemede bizzat kullandığı askerleriydi.
Takımları için ölmeyi göze alabileceğini söyleyen en sıkı Kızıl Yıldız taraftarlarından biri olan Krle “En çok kimden nefret ediyorsunuz?” sorusuna “Bir Hırvat’tan ya da polisten. Fark etmez, ikisini de bulduğum yerde öldürebilirim” diye cevap vermişti örneğin. Krle’nin de büyük bir saygıyla bağlı olduğu, kumandan diye bilinen en azılı taraftar Arkan ise Hırvatların Sırplara düzenledikleri saldırıyı Kızıl Yıldız stadyumunun tam karşısındaki evinde televizyondan seyretmiş, anında asker üniforması ve beresini giymiş, stadyumun önünde arkadaşları, daha doğrusu ordusuyla buluştuktan sonra da çarpışmaya gitmişti.

Auschwitz’e
Zaten bu noktaya gelmeden önce aynı coğrafyada ve aynı yönetim altında yaşayan bu milletler arasındaki gerilim kendini futbol maçlarında göstermeye başlamıştı. Sırplarla Hırvat takımları maçlarda birbirlerini nasıl katlettiklerini tezahüratlarında dile getirmekten çekinmemişlerdi.

Yazının Devamı

Türkiye’nin Gatsby’leri

17 Mayıs 2013

Great Gatsby filmini geçtiğimiz cumartesi Los Angeles’ta Oscar ödüllerini veren akademinin salonunda seyrettim. On dakika önce Beverly Hills Hilton’un lobisinde Aşk Hikayesi filminin baş aktörü Ryan O’Neal’i görmüştüm. Herkesin kovboy gibi giyindiği bir gecenin misafirlerinden biriydi. Biz kenardan gülümseyerek geçerken başıyla bir selam verdi.
Sadece üye kartıyla giriş yapılan Akademi Salonu’nda da tanıdık simalar vardı, fakat adabımı koruyup kimsenin yanına yanaşmadım. Sonuç itibariyle kotlarını, tişörtlerini giymişler gelmişler, sıradan bir cumartesi geçiriyorlar.

Torpil gurusu
Bu kentte her an birilerine rastlamak normal, Beverly Hilton’a gitmek Harbiye Hilton’a gitmekten farklı değil, hatta belki fiyatlar bakımından daha kolay. Anlayacağınız atla deve değil. Belki bir tek Akademi’ye girmek ayrıcalıklı bir durum, fakat bir Türk’ün her yerde bir tanıdığı vardır. Muhatabı Türk olmasa bile torpil işi bizden sorulur. Benim New York’taki Fransız konsolosluğunda vizemi beklerken müdür odasında kahve içmişliğim vardır. Uzun hikaye. Başka bir zaman anlatırım.
Filmin yönetmeni Baz Luhrmann’a sempati duymak bu filmi beğenmeye maalesef kafi gelmiyor. F. Scott

Yazının Devamı

Ölüye diriye barış gerek

14 Mayıs 2013

Çocukluğumdan beri bir cenazenin bir kentten diğerine taşınması her zaman dimağımı meşgul etmiş bir konudur. Önceleri neden öyle olduğunu anlamazdım. Neden biri ölünce illa ki alınıyor, kendi memleketine götürülüyor.
Bunun sebebi belki Anadolu’nun tüm şehirlerini memleketim gibi hissetmemdi. Neresi olursa olsun kabulüm diye düşünüyordum. Sonra yıllar geçtikçe insanın doğduğu yerle arasında ne olduğu tam olarak anlaşılamayacak bir bağ olduğunu hissetmeye başladım. Kan çekiyor derler ya, herhalde öyleydi.

Kimde yemek varsa
İzmir’i bir kent olarak ne kadar çirkin bulursam bulayım -ki şimdi İzmirliler saldıracaktır, bizim kentimiz çirkin değil diye; lütfen etrafınıza bir bakın, bir beton yığınının içinde yaşıyorsunuz, her sınırlarından girdiğimde kalbim tümsekten geçermiş gibi hop eder. En nihayetinde doğduğum şehirdir, ana - baba toprağıdır, kokusu bile başkadır. Hiçbir yerde bulunamayan huzur orada bulunur.
Bizim geniş ailemizin hemen hemen tüm fertleri birbirine 100 ila 500 metre uzaklıkta oturur. Bir apartmanın içinde altlı üstlü, karşılıklı, amcam, kuzenlerim, halam, babamın hala çocukları, amca torunları, kuzenlerden biri taşındıktan sonra onların evine taşınan,

Yazının Devamı

Kederden öleceğim

10 Mayıs 2013

Bulut geçti gözyaşı kaldı çimende
Gül rengi şarap içilmez mi böyle günde?
Bugün bu çimen bizim, yarın kim bilir kim,
gezecek, bizim toprağın yeşilliğinde

Ömer Hayyam’a ait bu satırlar. İlk iki mısraını ve aynı rubaiden diğer bazılarını (Seher yeli eser, yırtar eteğini gülün/Güle baktıkça çırpınır yüreği bülbülün/Bu yıldızlı gökler ne zaman başladı dönmeğe) alarak Mehmet Güreli belki de Türk müziğinin en güzel şarkısını yaptı.
O kadar ki buna şarkı demek ayıp gibi gelir bana. Ama Türk Dil Kurumu sözlüğüne bakıldığında şarkı kelimesinin tarifi de fena değil doğrusu. Şöyle diyor: Tonlama değişiklikleriyle çeşitli duygular uyandıran uyumlu, ezgili insan sesleri dizisi.
Hemen, bu yazıyı okuduktan sonra, hatta okumayı bırakın, şimdi, durmayın dinleyin şarkıyı. Alınmam, gücenmem. Mehmet Güreli’den. Adı, Kimse Bilmez. Ağlamazsanız ben Aslı değilim.

Yazının Devamı

Ben aptal mıyım?

7 Mayıs 2013

Bilmiyorum ki kurguyu bu kadar ciddiye alan başka bir memleket daha var mıdır? Hayır, işin tuhaf tarafı bu memleket aynı zamanda kurguyu hiç ciddiye almaz da. İkiye bölünmüş bir ruh hali. Ben karışık anlatmıyorum, durum karışık.
İşin üretim kısmına gelince Türkiye’de sanata, sanatçıya destek hemen hemen yok gibidir. Sanatçıyım diyen kendi yağında kavrulur, diğer ülkelerde olduğu gibi öyle bazı fonlardan destek falan görmez.
Bir yayınevi kurulurken örneğin, diğer küçük ve orta boylu işler gibi teşvik alamaz. Sorunlarına çözümler üretilmez.
Başka bir sanat dalıyla ilgili sayın Başbakanımız ne dedi? “Devletin tiyatrosu mu olur? Tiyatroları özelleştireceğiz.” Eh, iyi tamam da yaklaşık bir buçuk yıl önce özel tiyatrolara verilen devlet desteği de kesildi. Ne halleri varsa görsünler. Peki.
Kurguyla bunun ne alakası var diyebilirsiniz. Bütün sanat dalları kurgular. Olan ya da olmayan bir yaşam, durum, duygu kağıda, müziğe, satırlara, sahneye aktarılır. Sanatçının canında can çıkar, doğurur da doğurur. Sancısı öyle üç beş saat sürse iyi, günler, aylar, bazen yıllar sürer. İster ki yanında biri olsun, elini tutsun. Bizim memlekette tutulmaz.

Hepimize hakaret

Yazının Devamı

Bir başka define

3 Mayıs 2013

Bizim oralarda, Ege’de, hep bir gömüden zengin olmuş insan efsanesi vardır. Mübadeleden en çok nasibini alan yerler olduğu için hemen hemen bütün eski evlerin taşları arasında, temelinde gidenler tarafından bırakılmış ziynet ve altın olduğuna inanılır.
Yakın çevremde gömüden zengin olduğunu duyduğum insanlar da var. Kendileri hiçbir zaman bu işi anlatmazlar, hikayeyi hep bir adım ötelerindekiler aktarır. Dolayısıyla doğruluğu da şüphelidir. Ama eğer inanacak olursanız Ege’nin üçte biri böyle zengin olmuştur.
Altın değil, mermi kovanı
Ahmet Altan’ın yeni romanı Son Oyun’da da bir sahil kasabasındaki olaylar böyle bir gömü efsanesi yüzünden zuhur ediyor örneğin. Kasabalı eski kilisenin altında define olduğuna inanmış, bunun için kıyasıya bir mücadeleye girişiyor.
Rastlantı bu ya, Son Oyun’dan hemen sonra okuduğum başka bir kitapta daha aynı konu az da olsa işleniyor. Türkiye’de hiçbir zaman Ahmet Altan’ınki kadar çok satamayacak ama hem dili, hem içeriği itibariyle çok satan bir kitaptan beklenen kaliteyi aratmayacak Beyaz Şah’ta birkaç çocuk kil ocağında altın arıyor. Yeri gelmişken bahsetmeli; kitabın yazarı György Dragoman. 11 yaşındaki Cata’nın ağzından anlatılan

Yazının Devamı

Kanatlı eşeğin üstünde bir Hoca

30 Nisan 2013

Yeğenim geçen gün annesine gidip, ‘bak anne atasözü buldum’ demiş ve kendince bir söz söylemiş. Anne de ona evladım atasözü bulabilmek için önce ata olman lazım minvalinde bir şeyler söylemiş.
Tabii ya, atasözü söylemek basit iş değil. Biz belli ki halihazırda var olanlarla daha uzunca bir süre idare edeceğiz. Yeni atalar yeni sözler var mı şu an farkında değiliz, ona gelecek nesiller karar verecek. Ancak artık genelde zekice bulduğumuz, yol gösterebilecek sözlere alıntı diyoruz.
Bilmem kim tırnak içinde şöyle demiş diye açıklıyoruz. Kimin dediğinin bilinmesi çok önemli. Kimlik bilinmediği zaman da anonim oluyor. Ata kelimesini öyle kolay kolay kimseye vakfetmiyoruz.

Mekânsız adam
Düşündüm de, galiba en önemli atalardan biri Nasreddin Hoca idi. Günlük yaşamda kullandığımız çok önemli bazı sözler kendisine ait. Ayağını yorganına göre uzat, bindiğin dalı kesme, hırsızın hiç mi suçu yok, parayı veren düdüğü çalar, yorgan gitti kavga bitti. Bunlar ilk anda aklıma gelenler, eminim daha fazlası vardır.
Soracaksınız, sen durup durup Nasreddin Hoca’yı mı düşünüyorsun diye. Normalde hayır. Fakat son günlerde kendisinden o kadar çok bahsedildi ki aksi mümkün değil.

Yazının Devamı

Yazara komplo

26 Nisan 2013

Hemingway “Yazmakta bir şey yok; sadece daktilonun başına oturacaksın ve kanayacaksın” demiş.
Daktilonun yerini bilgisayar aldı belki ama kanama kısmı halen geçerli. Bir yazar sadece kendi içindekileri değil, başkalarının, neredeyse bütün bir insanlığın da içinde ne var ne yoksa söküp çıkartmaya ve bunu yaparken de kelimeleri birbiri ardına dizebilme becerisine sahip olmaya çalışıyor.
Fevkalade yalnız bir iş. Bir odada, tek başına, karşıda parlayıp duran bir ekran ve yazılmayı bekleyen cümleler. Ben sırf bu ikilinin sessizliği kırılsın, bu kadar baş başa kalmayalım diye pipo içmeye başladım. Tolkien gibi. O da durmadan pipo içermiş. İçmese de ağzında dururmuş.
Üstelik bir de erteleme belası var. Yazar yazmamak için bahaneler bulmakta adeta uzmandır. Sürekli erteleme isteği vardır. İşin doğrusu bu günlerde o bahaneleri bulmak da kolay. Eskiden belki odaya bir kedi girerdi, masanın köşesine kıvrılırdı. Belki sokakta oynayan çocukların çığlıkları kelimelere virgül olurdu.

Beklenti 150, gelen 0
Şimdi her şeyden evvel ekranın bir köşesinden göz kırpan internet var. Emailler. Facebok. Belki twitter. Bu arada telefona gelen mesajlar.

Yazının Devamı