Aslı Perker

Aslı Perker

asli.perker@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Hemingway “Yazmakta bir şey yok; sadece daktilonun başına oturacaksın ve kanayacaksın” demiş.
Daktilonun yerini bilgisayar aldı belki ama kanama kısmı halen geçerli. Bir yazar sadece kendi içindekileri değil, başkalarının, neredeyse bütün bir insanlığın da içinde ne var ne yoksa söküp çıkartmaya ve bunu yaparken de kelimeleri birbiri ardına dizebilme becerisine sahip olmaya çalışıyor.
Fevkalade yalnız bir iş. Bir odada, tek başına, karşıda parlayıp duran bir ekran ve yazılmayı bekleyen cümleler. Ben sırf bu ikilinin sessizliği kırılsın, bu kadar baş başa kalmayalım diye pipo içmeye başladım. Tolkien gibi. O da durmadan pipo içermiş. İçmese de ağzında dururmuş.
Üstelik bir de erteleme belası var. Yazar yazmamak için bahaneler bulmakta adeta uzmandır. Sürekli erteleme isteği vardır. İşin doğrusu bu günlerde o bahaneleri bulmak da kolay. Eskiden belki odaya bir kedi girerdi, masanın köşesine kıvrılırdı. Belki sokakta oynayan çocukların çığlıkları kelimelere virgül olurdu.

Beklenti 150, gelen 0
Şimdi her şeyden evvel ekranın bir köşesinden göz kırpan internet var. Emailler. Facebok. Belki twitter. Bu arada telefona gelen mesajlar.
Geçtiğimiz aylarda Kevin Barry diye İrlandalı bir yazar The Guardian’a bir gün içerisinde yazmamak için ne gibi bahaneler ürettiğini anlatan eğlenceli bir yazı yazmıştı. Günde 150 kez emaillerini kontrol ettiğini anlatıyordu. Hemen hemen her defasında Amerikalı bir yayıncıdan haber alma umuduyla. Ve her seferinde de gelen kutusunda 0’ı gördüğünde egosu yerle bir oluyordu.
Yine günde birkaç kez kitabıyla ilgili söylenmiş bir şey var mı diye kendi ismini google’lıyordu.
Ya da yazdığı konuyu araştırma bahanesiyle internete elini verip kolunu kaptırıyordu ki bu da hepimizin başına gelen bir şey. İstanbul’un tarihinden giriyorsun, 1921 yılında kısa bir süre Türkiye’de bulunmuş Amerikalı yazar John Dos Passos’un New York’taki evinden çıkıyorsun. Geçen saatler yazılmamış sayfalar demek.

At sineği değil, at
Yazarlar röportajlarında yeni kitapları için kapandıklarını söylerler. Bu kapanmak aslında daha çok zihnen gibi geliyor bana. İlla ki oturup yazmak değil de her dakika üzerinde çalıştığın konuyu düşünmek, düşünememek, kendini düşünmek için zorlamak, suçluluk duygusuyla cebelleşmek, sırf çalışmayı kafaya koydun ama çalışamadın diye başka hiçbir iş de yapamamak.
Böyle aylar geçer, şimdi olduğu gibi bahar gelir. Herkes dışarıda eğlenirken yazar bir nevi duvar dibinde, tek ayak üstünde cezadadır. Ve sonunda artık parmaklara kan gitmeye başlamıştır. Sonunda o klavyeden bir ses çıkacaktır.
Ama o ne? Bir vızıldama başlar. Perdenin arkasında, jaluzinin arasında, tepedeki lambanın içinde gezinen sinek odada terör estirmektedir. Bir tane de değildir üstelik, birkaç tanedir. At sineğidir. Gerçekten de at gibidir. Hani odaya at girse bu kadar rahatsız etmeyebilir.

Şişli Belediyesi şüpheli
Sanırsınız İstanbul’un Kurtuluş semtinde Sineklerin Tanrısı adlı kitapta olduğu gibi ölü bir domuz kafası var ve şehrin bütün sinekleri buraya üşüşmüş. Mahallede bahsi geçen tek konu bu. Hava güzel diye pencere açmaya gelmiyor. Elimde rulo halinde bir gazete saatlerce sinek avındayım. Üstelik kendi kendime konuşmaya da başladım. Öldürdükten sonra zafer naraları atmaya.
Ben sadece yazarlar paranoyak oluyor sanıyordum. Baktım herkes aynı dertten muzdarip. Balıkçı diyor Şişli Belediyesi’nin bana kastı var, esnaf lokantası diyor hayır bana, ben diyorum ki benim yeni romanımı bitirmemi istemiyorlar. Toplu halde Jean-Jacques Rousseau sendromu yaşıyoruz. Bir komplo teorisi var ama ne olduğunu çözemiyoruz.