Geçtiğimiz hafta Londra Kitap Fuarı’ndayken Elif Şafak’ın açılış konuşmasına denk geldim. Solak doğduğundan fakat sonraları etrafındaki büyüklerden gördüğü baskılarla sağ eline geçiş yaptığından bahsediyordu.
Açılış ile pek alakası olmayan konuşmanın bu bölümü iki sebepten dikkatimi çekti. Birincisi konuya daha önce de değinmiş olmasıydı. Çok değil, beş altı ay evvel yazdığı bir makalesinde aynı şeyden bahsediyordu. İkincisi ise benim de solak olmamdı. Onun deneyiminin aksine ben de 70’lerde doğmuş olmama rağmen ailemden herhangi bir baskı görmedim. Kimse elime falan vurmadı. Zaten abim de solaktı, iki kardeş yan yana kollar birbirine çarpmadan ders çalışabilmenin huzuruyla büyüdük.
Üç harfliler
Yalnız bir kez bir müdahaleyle karşılaştım. Yıl 1981’di, gün ise yalan olmasın ama galiba 23 Nisan’dı.
Hemen hemen her ailede bir Hacı babaanne vardır. Bu babaanne illa ki özbeöz babaanneniz olmak zorunda değildir, birinin büyüğüdür de siz de ona öyle hitap edersiniz. İşte ben de o gün bu Hacı babaanneyle bir öğlen yemeği yiyordum. Kalabalıktık, pek çok çocuk vardı. Çocuk bayramı diye bizlere böyle bir ortam hazırlanmıştı yanlış hatırlamıyorsam.
İsmini asla bilmediğim bu
Sabah 8.30. Bir tarafta Müge İplikçi otelin arkalarında bir masa bulmuş, harıl harıl yazı yazıyor, öteki tarafta Mehmet Yaşın internette birtakım araştırmalar peşinde.
Fethiye Çetin ile diğerlerinden daha erken olan uçuşumuza gitmek için acele ediyoruz. Yazarlığının yanı sıra avukat olarak memleket için öyle önemli işler yapıyor, öyle çile çekiyor ki sekiz saat süren çenem ona vız gelmiş olabilir.
Bir gece önce Mario Levi, sadece Türkiye’de değil, yurtdışında da edebiyat dünyasının ayrılmaz bir parçası haline geldiğini fark ettiğim Nermin Mollaoğlu, ekibi ve benim İngiltere’deki yayıncımla beraber bir Lübnan restoranında çok geç bir yemek yiyoruz. Mario Levi sadece panellerde değil, saat kaç olursa olsun güzel konuşuyor. Kendini dinletiyor. Ağzından öylesine bir şey çıktığını duymak mümkün değil. Ayrıca gerçek bir centilmen.
Yaramaz Oya Baydar
O yemekten önce Victoria Albert Müzesi’nde British Council davetindeyiz. Yok yok, herkes orada. Ece Temelkuran saç rengini, tarzını değiştirmiş, bir afet olmuş. Aklı fikri, yeteneği ortada, söyleyecek söz yok, ama iyi de bir dost.
Görünmez kaza, boynumu yaktım, Murathan Mungan sağolsun alaka gösteriyor. Kocakarı ilaçlarını
Sene 1920. İstanbul'da 150 bine yakın Rus var. Bolşevik Devrimi'nden kaçıp kendini kurtaranlar zengini, fakiri gemilerden sarkarak, bitlenmiş perişan bir halde İstanbul'a gelmiş. İstanbul'un hali zaten harap, fakirlik almış yürümüş, işgal altında, sokaklarda kimin kol gezdiği belli değil. Bir de üstüne sade canını kurtararak, eteğinin belinde, ceketinin görünmez bir yerinde üç beş kuruş nesi varsa onunla gelen Ruslar.
O dönemdeki mizah dergileri onları çiziyor, gazeteler onlardan bahsediyor. Kimi Rus konsolosluğunun merdivenlerinde uyukluyor, kimi bir restoranda. Büyükada'daki evlerin bazıları kendilerine tahsis edilmiş, halktan tepki büyük. Zira sokakta kalmış Müslümanlar da var.
Rus soylusundan sokak çalgıcısına
Beş yıl önce bir kitap bulmuştum. Constantinople 1920. Yazarı Haig Tahta. Kitap İngiltere'de basılmış ama kimdir bu adam, nerelidir, hibir fikrim yok. Tahta o devir İstanbul'unda geçen, okuması zevkli, tarihi gereklere uygun ve aslında şehrin tarihini kurgu olarak okumayı seven herkese hitap edebilecek bir roman yazmış.
Kitabın başında aslında bir asilzade olan Nikolai'nin annesi ve kardeşiyle beraber İstanbul'a gelişlerini görüyoruz. Büyükada'ya
Hayatınızı 7 Günde Değiştirin başlığı benim de dikkatimi çekti. Tıpkı bugüne kadar 3 milyon insanın dikkatini çektiği gibi. Geçen gün gazetemizde yer alıyordu, günün kitabı başlığı altında. Bu satış rakamını son üç yılda sağlayarak İngiltere’nin en çok satan kitaplarından biri olmuş.
Diğer çok satanlar da zaten aslında gene muhtemelen kişisel gelişim kitaplarıdır.
Demek ben bu yaşıma kadar geleceğim, karınca hızıyla yol alacağım, çalışacağım çabalayacağım, sabredeceğim, fakat birden bir kitap okuyacağım ve hayatım yedi günde değişecek, öyle mi?
Demek Paul (kitabın yazarı) kendine has kişisel dönüşüm teknikleriyle ufak değişikliklerin büyük sonuçlar doğurabileceğini bana gösterecek.
Tıpkı diğer kişisel eğitim uzmanları ve yazarları gibi.
Biraz tembelce bir iş değil mi? Hayatın derinine inmeden öylece akışına bırakıp sonra bir adamın/kadının yazdığı kitapla değişimler yaşayıp hayatı öğrenme çabası işin kolayına kaçmak olmuyor mu?
Ya bizim deneyimlerimiz? Yaşadıklarımız? Acılarımız, sevinçlerimiz, hayal kırıklıklarımız, sevgilerimiz, terk edilmelerimiz; bütün bunlar içimizde birbiri üstüne eklenip bizde bir hayat görüşü oluşturmuyor mu?
Cüneyt Özdemir, Bedri Baykam’ın yıllardır Ülker markasını dinci ilan ettiğini ve bunu da yurtdışındaki saygın gazetelerde doğruymuş gibi demeç olarak aktardığını yazmış. O demeçlere denk gelmedim, Baykam öyle dedi mi demedi mi bilemem fakat birtakım sanatçının yurtdışında kendi ülkesinin iç işlerini işine geldiği gibi nasıl kullanabileceğini tecrübelerimden biliyorum.
Türkle evli Amerikalı bir kadınla tanışmıştım. İşi gücü, tahsili yerinde biriydi. Ne iş yapıyorsunuz diye sordu, yazarım dedim. A, Türkiye’de yanlış bir şey yazarsanız elleriniz kesilmiyor mu, diye sordu.
Böyle abuk subuk şeyler duymaya alışkındım, ama bu kadarı fazlaydı. Afedersiniz, dedim, eşiniz hangisi? Gösterdi. Hiç Türkiye’ye gittiniz mi? Hayır. Kocanız gidip geliyor mu, evet. Bir çiftin evliliğini yıkma pahasına kocasının Türkiye’de başka bir kadınla evli olabileceğini söyledim. Beti benzi attı. Ne demek istiyorsunuz? Şunu: Kocanız size böyle bir yalan söylemiş olduğuna göre sizi kesinlikle Türkiye’ye götürmek istemiyor olmalı. Bunun sebebi ne olabilir diye düşündüğümde aklıma tek şey geliyor, o da zaten evli olduğu.
İdeal mağdur
Amerika’da bulunduğum yıllar içerisinde buna benzer, benim kendi
İnsan hafızasını ne zaman neyin tetikleyeceği ve bunun sonucunda hangi anılara gideceği hiç belli değil. Çoğu zaman bir kokudur bunu yapan; eminim sokağın ortasında çakılı kalıp birden bambaşka bir şehre, zamana gittiğiniz, hatta tamamıyla zamansızlığın içine düştüğünüz olmuştur. Bir baş dönmesi gibidir.
Bazen uzaktan gelen bir melodi sizi aniden olduğunuz mekandan alır, o müziği ilk duyduğunuz yere götürür. Bunlar astral seyahatler değildir de nedir; kimse hayatında bir anlığına bile olsa ruhunun bedeninden uzaklaşıp tek başına dolaştığını inkar edemez.
Bu hissi en iyi anlatan yazar olarak tabii Marcel Proust gösterilir. Swann’ın Bir Aşkı adlı kitabının başlarında anlatıcı madlen kekini çayına daldırdığı anda geçmişe gider ve böylelikle edebiyat tarihinin en önemli satırları başlar.
Öyle ki zamanında hiçbir yayınevi kitabı basmayı kabul etmemiş, Andre Gide Proust’u sıkıcı bir amatör olarak tanımlamış ve sonunda yazar kendi kitabını kendi parasıyla bastırmış olsa bile öyle bir damara basmıştır ki halk arasında hatıralara gitme haline madlen anları denir.
Çuvalın ardında ne var?
İşte ben de dün bu madlen anlarından birini tuhaf bir şekilde yaşadım.
Beni 1988 yılına,
İzmir’de doğdu doğmadı; diyorum ki Homeros bir kez olsun İzmir’de, sahilde oturmuş, batan güneşi seyretmiştir. Gözleri görüyor muydu görmüyor muydu o da muamma ya, diyorum ki muhakkak gönül gözüyle görmüştür.
Ben küçükken anneannem İzmir’in Karşıyaka’sında, Bostanlı’da otururdu. Evinde dev bir şövale vardı, üzerinde de dev bir tuval. Dayımın yıllarca gide gele yaptığı ‘flamingolar’ resmi evin o köşesinde daimi bir dekor olarak durur, bir gün bitirilmeyi beklerdi. Ben de ortalarda kimse yokken, elime fırçaları alır, sanki kendim boyuyormuşum gibi aşağı yukarı hareket ettirirdim.
Bu resme ilham veren flamingolar çok yakınımızdalardı o zaman. Akşamları dayımın eve gelmesini dört gözle beklerdim, çünkü hayata bir sanat eseriymişçesine bakan bu ince ruhlu adam beni ve abimi alır flamingoları seyretmeye götürürdü. Öyle arabayla falan değil; evden çıkardık, sola dönerdik, bir beş dakika yürürdük ve flamingoların kanatlarından daha pembe gün batımını seyrederdik.
Flamingoları takip
Hanidir orada Mavişehir Flamingo Evleri var. Denizi doldurdular, flamingoları kovdular, yerlerine uzun uzun binalar kondurdular. Trajik bir durum. Öleceğimi bilsem oradan ev alıp anılarımın
Vietnam’ın kuzeyinde masallara yaraşır güzellikte, pastoral bir kasaba: Loi. Orada yaşanan hayatlar ise ancak kitaplarda, filmlerde olabilecek kadar enteresan. Etrafta yaşlı kadınlar, torunlarıyla oynuyorlar, işlerine güçlerine bakıyorlar. Ortalıkta yaşlı erkek yok. Öldükleri ya da bir yere gittikleri için değil. Bu kasabada onlarsız bir yaşam kurulduğu için.
Bundan otuz yıl önce Amerika ile savaş sona erdiğinde evlerine dönen Vietnamlı askerler geride kalmış olan kadınların sadece genç olanlarının yüzüne bakıyorlar. Erkeklerin genç kadınlara merakı malum, halen de öyle, ama bilhassa o zamanlar Vietnam’da daha yirmisinde olanlar bile “evde kalmış” oluyor. Böylelikle 100 kadına 88 erkeğin düştüğü o dönemde pek çok kadın yalnız kalıyor. Hiçbir zaman evlenme ihtimalleri yok. Erkeksizlik dertleri değil, ama çocuksuzluk... Yalnız yaşlanmak istemiyorlar.
Xio Con: Yalnız kadın
İşte xio con kavramı böyle ortaya çıkıyor. Yaşı geçmiş (!) bir grup Vietnamlı kadın erkeklerden daha sonra hiçbir şey talep etmeyeceklerine söz vererek hamile kalıp çocuk doğuruyorlar ve Loi’ye yerleşiyorlar. Bir - iki derken pek çok kadın o güne kadar değil Vietnam’da, dünyanın başka hiçbir yerinde