Çocukluğumdan beri bir cenazenin bir kentten diğerine taşınması her zaman dimağımı meşgul etmiş bir konudur. Önceleri neden öyle olduğunu anlamazdım. Neden biri ölünce illa ki alınıyor, kendi memleketine götürülüyor.
Bunun sebebi belki Anadolu’nun tüm şehirlerini memleketim gibi hissetmemdi. Neresi olursa olsun kabulüm diye düşünüyordum. Sonra yıllar geçtikçe insanın doğduğu yerle arasında ne olduğu tam olarak anlaşılamayacak bir bağ olduğunu hissetmeye başladım. Kan çekiyor derler ya, herhalde öyleydi.
Kimde yemek varsa
İzmir’i bir kent olarak ne kadar çirkin bulursam bulayım -ki şimdi İzmirliler saldıracaktır, bizim kentimiz çirkin değil diye; lütfen etrafınıza bir bakın, bir beton yığınının içinde yaşıyorsunuz, her sınırlarından girdiğimde kalbim tümsekten geçermiş gibi hop eder. En nihayetinde doğduğum şehirdir, ana - baba toprağıdır, kokusu bile başkadır. Hiçbir yerde bulunamayan huzur orada bulunur.
Bizim geniş ailemizin hemen hemen tüm fertleri birbirine 100 ila 500 metre uzaklıkta oturur. Bir apartmanın içinde altlı üstlü, karşılıklı, amcam, kuzenlerim, halam, babamın hala çocukları, amca torunları, kuzenlerden biri taşındıktan sonra onların evine taşınan, bizden olmasa da herkes akraba olduğu için babama dayı anneme yenge demeye başlayan Funda, karşı apartmanda arada bir gelip giden başka bir kuzenim, yolun öteki tarafında kalan ama tam karşımıza düşen apartmanda annemin, teyzemin çocukluk arkadaşları, onların çocukları, torunları. Çapraz köşede rahmetli Paşa’nın evi, hatırası, babamın ilkokuldan arkadaşı ve onun yeğenlerim İstanbul’dan İzmir’e taşındığında ilk arkadaşlık elini uzatan torunu. Biraz ileride, arada apartmanlar olmasa balkondan balkona haberleşilebilecek teyzem, yan apartmanlarda sülalenin geri kalanı. Köşeyi dönünce yine rahmetli anneannemin anısı. Evin anahtarını unuttum tedirginliği hiçbir zaman yaşanmayacak bir mahalle. Sürü sepet çocuk; hiçbiri aç kalmaz.
Yer altında mahalle
Geçtiğimiz aylarda memleketi ziyaret ediyordum, annem küçüklüğümüzden beri yaptığı gibi abimi ve beni alıp kabristana götürdü.
Anneannemden başladık, babaannem, amcam, dedem, halam, Paşa, eniştemin annesi, komşunun dedesi derken bir mezardan ötekine dolandık. Hiç yorulmadık ama. Çünkü ilk kez o gün farkettim ki bizim mahallenin bir örneği de orada kurulmuş. Bu seferki yer altında. Üstelik herkes hemen hemen aynı yerinde. Bu köşede bizimkiler, karşı köşede komşununkiler. Annem beni anneannenizin üzerine gömeceksiniz dedi. Babam nereye? Onun da yeri belli. Sonra zaten artık orası doluyormuş. O kabristanda artık yer yokmuş. Bütünüyle kapanmış.
Abimle beni aldı mı bir telaş! E, dedik, biz nereye? Bize orada yer yok. Dedim mümkün değil, ben buradan ayrılmam. Anneme fenalıklar bastı, Allah aşkına sus Aslı diyor, şimdi sırası mı? Ne zaman sırası bilemem ama ben sevdiklerimden, mahallemden ayrılmam. Baksana diyorum, herkes burada. Abim de aynı telden çalıyor. Düşünceli düşünceli çıktık, eve döndük. Akışına bıraktık, elbet bize de bir yer bulunur dedik sonunda.
14 yıl sonra
Bu yüzden geçen gün Süryani Cemil Yaramış’ın cenazesinin ölümünden 14 yıl sonra memleketine getirilip, vasiyet ettiği Kato Dağı’nda defnedilmesi haberini okuduğumda artık eskisi gibi sorgulamadım. Belçika’da yaşarken hayata veda eden ve zamanında terör sonucu köyü boşaltıldığı için oraya gömülemeyen Yaramış’tan geri kalanların sonunda kendi toprağına kavuşmuş olması beni de sevindirdi. Bu barış süreci sadece bu dünyadakileri değil göçüp gitmişleri bile huzura kavuşturabiliyorsa iyi bir şey olmalı. Öyle değil mi?