Bundan yedi yıl önce New York’un Harlem mahallesinde yaşıyordum. Bir sabah altı gibi, bir çığlıkla uyandım. Bir kadın İmdat imdat diye bağırıyordu. Yerimden fırladım hemen yanımdaki camın jaluzisinin ipine asıldım. İri yarı bir adam genç kadının kolundan yakalamaya çalışıyordu. İkinci katta olduğum için olayları çok yakından görebiliyordum.
Öyle bir an oldu ki kızcağız elini bana doğru uzattı, Yardım et diye çığlık attı. Fakat yine aynı anda hemen arkasındaki iri adamla da göz göze geldim. Ve işte o anda jaluzinin ipini bıraktım, perde düştü. Korkmuştum, çünkü saldırgan bir adam artık benden haberdardı, nerede oturduğumu biliyordu, kim bilir belki neye benzediğimi de.
Hemen içeri koştum, telefonu aldım polis imdat numarasını çevirdim ve olayı bildirdim. Belki benim belki de diğer mahallelinin araması üzerine beş dakika sonra polis geldi, fakat zaten o arada perde arasından görebildiğim kadarıyla saldırgan kaçmıştı. Kız tir tir titriyordu, polise gözyaşları içerisinde olanları anlattı.
Genovese sendromu
Günlerce utancımdan aynada suratıma bakamadım. Orada bir başkasının hayatı söz konusuyken ben kısacık bir sürede kendi geleceğimin muhasebesini yapıp
Antalya Devlet Opera ve Balesi’nde gerçekleştiği iddia edilen mobbing, yani bezdirme politikası haberini merakla okudum. Sonra da kaydedilen görüntüleri seyrettim. Ne olduğuna dair çok bir şey anladığım söylenemez ama bilhassa işyerlerinde yaygın olduğu söylenen bu durum bir hayli ciddiye alınıyor, onu anladım. Kavramın ne olduğunu bir daha kısaca anlatacak olursak, bir çalışanın iş arkadaşları tarafından taciz edilmek suretiyle bezdirilmesi diyebiliriz.
Acaba hiç böyle bir duruma maruz kaldım mı diye düşündüm. Bir örneğini bulamadım. Gerçi Türkiye’de iş arkadaşına gelene kadar bir çalışanı değil işten, hayattan bezdirecek çok şey vardır. Az maaş, kötü çalışma koşulları, çok uzun, kontrolsüz saatler.
Moby Dick sıkıcı
İster istemez peki bir işyerinde çalışmayan sanatçı tayfasına kim mobbing yapıyor sorusu aklıma geldi. Ressamlara, müzisyenlere, yazarlara. Onlar tamamıyla bu deneyimden habersiz yaşıyor olamazlar. Ve sanat eleştirisi denen şeyin aslında bir çeşit bezdirme politikası olduğu fikrine vardım. Hem söz konusu olan öyle üç beş kişi tarafından uygulanan bir mobbing de değil, belki onlarcası, yüzlercesi tarafından maruz kalınan bir nevi psikolojik baskı. Bir
İzmir’den İstanbul’a gelirken yolculuk ettiğim havayolunun kontuarına yaklaştım. Yanımda sadece bir el bagajı vardı ve aslında İzmir’e giderken tüy gibi hafifti. Fakat dönüşte yarısından fazlasını enginarla doldurduğum için ağırlaşmıştı.
Genç kadın çalışan el bagajım olup olmadığını sordu. Var dedim. Tartalım, dedi, tabii diyerek çantayı bandın üzerine yerleştirdim. Olması gerekenden iki kilo fazla çıktı. Bagaj olarak vermem gerektiğini söyledi. Vermek istemiyordum, inişte acelem vardı, bagaj bekleyemezdim. Yanıma alsam dedim. İçinde bilgisayarınız var mı? İsterseniz onu çıkartın, hafiflesin, diye öneride bulundu. Cevap verdim, bilgisayar yok, enginar var.
Dikkatle baktı. Enginar ha, dedi. Evet, İstanbul’dakiler hiç güzel değil, almak zorundaydım. Bir daha dikkatle baktı. Sessizlik. Bu seferlik müsaade edelim Aslı Hanım diyerek beni gönderdi. Birinci sınıf uçuyor olsaydım belki böyle imtiyaz sahibi olmazdım.
Neruda’dan methiye
Bagajımı yanıma alabiliyor olmaktan ziyade enginarın gördüğü itibara sevindim. Ben kendisine çok muhabbet beslerim. Bir tek çanağının işe yaradığının sanılmasına üzülürüm. İstanbul sokaklarında halihazırda ayıklanmış, su içinde yüzen
Geçtiğimiz günlerde bir annenin gazete köşesinde yazdıklarını okuyordum. Henüz çok küçük olan çocuğunu bekleyen okul macerasından bahsediyordu. Yeni sistemi, bunun çocuk eğitimi üzerine yapacağı etkileri anlamaya çalışıyor gibiydi. Bir yandan da çocuğunun bir okula başlayıp oradan mezun olmasını istediğini söylüyordu. “Zaten minicikken okula başlayan çocuklar dört sene sonra arkadaşlarından ayrıldığında bunun pedagojik/psikolojik sonuçları ne olur?” diye soruyordu. Yazının bu kısmında ister istemez şöyle bir yerimde kıpırdandım. Ben neredeyse her iki yılda bir çıkan tayinlerle okul değiştiren bir çocuktum ve benim gibi milyonlarca memur/asker çocuğu olduğunu çok iyi biliyordum. Bizler yaprak gibi yıllarca ailelerimiz devlete hizmet etsin diye oradan oraya savrulduk. Çocuk yaşlarımda buna çok kahrederdim, ağlaşırdım, fakat şimdi dönüp baktığımda çok mutluyum.
Aynı rota, farklı yolculuklar
Türkiye’yi, bu memlekette olup bitenleri biraz olsun anlayabiliyorsam bunu o yıllara borçluyum. Her türlü okulda, her türlü sırada, her türlü kültürden insanla yan yana oturdum ve bir ülkede beraber yaşamak ne demek o sıralarda öğrendim. Hal böyle olmasaydı, yani memleketim İzmir’de
1870 yılında Fransız yazar Victor Hugo evinin bahçesine bir meşe ağacı dikmiş. Etrafındakilere bir gün gelip de bu ağaç olgunlaştığında bir Avrupa birliğinin kurulmuş olacağını, bu birliğin aynı para birimini de kullanarak iyice kuvvetleneceğini ve dünyada mühim bir güç haline geleceğini söylemiş. Ne büyük bir öngörü! Sonrasında ne olacağını da tahmin edebilmiş miydi bilmiyoruz, fakat onun geleceği bu kadar iyi okuyabilmesinin sebebi herhalde kendi gününü çok iyi bilmesi, politik olayları, sosyal ortamı en iyi şekilde gözlemleyebilmesiydi.
Bilhassa 1841 yılında Fransız bir edebiyatçı için en büyük onur olan Fransız Akademisi üyelerinden biri olduktan sonra politik bir kimlik kazanmış ve hükümet karşıtı söylemlerine başlamıştı. İdam cezasına karşıydı misal, sosyal haksızlığa da ve tabii ki basın özgürlüğünün savunucusuydu.
Dili biraz fazla uzayınca memleketinden kaçmak zorunda kaldı, 1855’ten 1870’e kadar da Guernsey denen bir adada yaşadı. Gerçi 1859 yılında Üçüncü Napolyon ülke dışında yaşayan tüm politik sürgünlere af çıkardı, ama o hükümeti eleştiremeyeceği için dönmeyi kabul etmedi.
Chavez’in Sefiller’i
Dünyanın en mühim edebi eserlerinden biri olmakla kalmayıp
Geçen gün yazdığım, çıplaklığın doğal olduğunu söyleyen “Herkes çıplak” yazısına tabii muhtelif tepkiler geldi. Bekliyordum, sürpriz olmadı. Aralarından en çok ilgimi çeken cehennemde yanacaksın diyendi. Beni şaşırtan ise iddia değil; böyle düşünen birinin her şeyden evvel bir Viyana müzesindeki sergi haberiyle ilgili yazıyı okumuş olması. Ve sevindim. Mühim olan bir okurun kendine uysa da uymasa da çeşitli mevzuları takip etmesi ve bunun üzerinden yorum yapması. Bana söylenen sözün bir önemi yok. Zira bir yazar/sanatçı buna hazırdır. Yerden yere vurulmaya, karşı görüşlerle karşılaşmaya.
Bir roman yazarı olarak deneyimimi şöyle açıklayabilirim. Her kitap çıktığında kendimi Beyoğlu’nun ortasında anadan üryan duran biri gibi hissederim. Herkes size bakar, isterse gelir dokunur, isterse bir tokat atar. Çıplak halimiz en savunmasız halimiz olduğundan bir yazar eseri yayımlandığında okurunun karşısında korunmasızdır. Gerçek manada soyunmanıza gerek yoktur anlayacağınız. Bunu göze alarak yazarsınız. Cesur olmak zorundasınızdır, yoksa tıkanıp kalırsınız.
‘Kadın’ yazar edebini bilecek!
Bu cesareti sadece eser yayımlandıktan sonra söyleneceklere göğüs germekte göstermezsiniz;
Nebil Özgentürk’ün yazıp yönettiği yeni belgeseli görmüşsünüzdür; görmediyseniz de bu hafta ikinci bölümünden yakalamanızı tavsiye ederim. Sanatımızın Hatıra Defteri adlı programda Türkiye sanat tarihinde mühim yerleri olan eser, olay, sanatçılar mercek altına alınıyor. Her birinde görmemiş, duymamış olabileceğimiz detaylar mevcut. Öncekiler gibi titizlikle hazırlanmış güzel bir Özgentürk işi. Cuma günü yayınlanan ilk bölümde yer alan hikayelerden biri ilk Türk kadın romancısı olarak anılan Fatma Aliye ile alakalıydı. 1862 doğumlu Fatma Aliye’nin yazarlık serüveni anlatılırken hoş bir ayrıntıdan bahsedildi. Fransızca’dan ilk çevirdiği roman olan Meram’ın üzerinde yazarın adı yerine “Bir Hanım” unvanı bulunuyordu. Bu bana ister istemez belki de İngilizce’de en çok okunan eserlerin yazarı Jane Austen’ı hatırlattı.
21. yüzyıla gelindiğinde bütün eserleri sinemaya uyarlanan, 1775 doğumlu Austen’ın 1811 yılında basılan ilk romanı Sense and Sensibility’nin (Akıl ve Tutku) üzerinde de “By a Lady” yazıyordu. Yani bir hanım. Sonraki bütün romanlarının ön yüzünde ise önceki romanlarının adı yazılarak sadece onların yazarı olduğu söyleniyordu. Austen dönemi kadın yazarları ailelerinin
Bir zamandır televizyonda mozaiksiz sahne seyredemez olduk. Yabancı filmlerde Türkiye’de satışı bile olmayan ürünlerin üzeri kapatıldığı gibi çıplak kadınların omuzları, sırtları, popoları, yani açıkta kalan ne varsa örtülüyor. Sadece ulusal kanallarda da değil. Her ay parasını ödediğimiz çanaklı sistemlerde de aynı sansürler var. Geçtiğimiz günlerde bir Charlize Theron filmi sahnesine denk geldim. Çıplak olarak yataktan kalkıyor, pencere kenarına gidiyor; kadının küçücük poposuna tepsi gibi kocaman bir yuvarlak mozaik yapılmış, görse kahrolur. Onu geçiyorum, yine yabancı bir filmde bir müze sahnesi. Arka planda bir Yunan heykeli. Bu sanat eserinin özel bölgesi de mozaikle yuvarlak içine alınmış. Bu durumda arkeoloji müzelerine gitmeyelim. Tarihi bölgeleri asla ziyaret etmeyelim. Zira çıplaklık var, bu topraklarda yaşıyorsanız, ne yaparsanız yapın tarihle karşılaştığınız anda çıplaklık önünüze çıkacak.
Çıplak görmeye Viyana’ya
Oysa son dört aydır insanlar akın akın çıplak görmeye Viyana’ya gidiyor. Benim gibi. Avrupa’nın en mühim müzelerinden biri olan Leopold’daki ‘Çıplak Adam’ sergisinin 4 Mart’a kadar uzatıldığını duyunca harekete geçtim, Viyana’ya biletimi aldım.