‘Olgun bir adamı dost edinmek isterseniz, tenkid edin; basit bir adamı dost edinmek isterseniz methedin’ demiş Şeyh Şadi Şirazi…
Çevrenizdeki insanlara, tabii kendiniz de dâhil olmak üzere, hiç dikkat ettiniz mi? Herkes, sürekli bir şeylerden şikâyet eder, gördüğü olumsuzlukları eleştirir durur. Hayat çok pahallıdır, para yetiştiremez… Çalışma şartları yetersizdir, tatmin olamaz… TV’de izlediği diziler sakız gibi uzatılmaktan bıktırıcı hale gelmiştir, tat alamaz… Reklamlara kanıp bir dolu para vererek gittiği film beterin beteri çıkmıştır, yanıltanlara kızmaktan kendini alamaz…
Evet; biz, siz, onlar… Kapalı kapılar ardında sürekli şikâyet ve eleştiri vardır. Çoğu, yüze konuşma cesaretine erişilemediği için, hep saklı kalırlar. Ancak çıkıp da yapılan işin gerçekten kötü olduğunu söyleme cüreti gösterilirse de, yandı gülüm keten helva! O, yanıltılmaktan, aldatılmaktan, kötüyü izlemeye mecbur bırakılmaktan şikâyet edenler gider yerine korumacı bir bakış geliverir. Kimi menfaatten, kimi bilinçsiz savunuculuktan… Tabii, eleştiriye açık olup hataların gösterilmesinden memnuniyet duyanlar da mevcuttur. Ama gerçeklerle yüzleşmekten kaçınanların yanında onların esamisi okunmaz.
İns
‘Komedi Dükkânı’ndaki şirinlikleriyle stand up olayına farklı bir renk katan Tolga Çevik’in film yapacağı söylendiğinde, sergileneceklerin bu ayaküstü gösterilerle üç aşağı beş yukarı benzeşeceğini tahmin etmek zor olmamıştı. Tabii kalite de bu bakış açısıyla orantılı bir denklik gösterecekti. Yine de objektif olabilmek adına fazla ön yargılı davranmamak gerekirdi. Nitekim biz de öyle yaptık ve yapım aşamasında hiçbir yorumda bulunmadık.
Bugüne dek gerek yerli, gerekse yabancı pek çok film izledim. Dolayısıyla bende duygu patlaması yaratan yapımlar sorulsaydı, farklı isimler sıralayabilirdim. Hüzünlendiren de olmuştu, coşturan da… Kimi, haksızlıklara başkaldırıyı resmedip öfkelendirirken, aralara serpiştirilen ince esprilerle, izlerini derinleştirmişti; ‘Duyguların Rengi’nde olduğu gibi… Kimisi de, şeytani ustalıkla işlenen gerilimiyle nefes kesmişti, ‘Antichrist’ misali! Ancak iki saati aşkın sürenin nasıl geçtiğini hissettirmeyen ‘J. Edgar’ın basın gösteriminin hemen ardından gelen SEN KİMSİN adlı yapımı izledikten sonra beni etkileyen tüm o isimler bir anda arka plana düşüverdi. Yaşadığım ‘patlama’ bambaşka bir boyuttaydı!
Türk reklam dünyasındaki yönetmenliğiyle ‘dahi
Eskiler, ‘Yemeğin salçalısı, kadının kalçalısı’ derlermiş… Pek de doğru söylerlermiş. Çünkü dizilerde boy gösteren kadın oyuncuların gittikçe kemikleşen görünümleri hiç de hoş durmamakta! Dünya, ‘balıketi kadın’a dönüş yaparken bizdekiler sıfır beden, fitlik vs. gibi safsatalarla adeta Afrika açlarını andırır hale getirilen ve bir deri-bir kemik fizikleriyle çekicilikten çok uzak olan başrol kadınları yaratma peşinde.
Görselliğin çirkinliğe dönüştüğü bu gidişatta problem elbette ki oyuncularda değil. ‘Yalan Dünya’ dizisinde esprilerle vurgulandığı gibi, yapımcı ve yönetmenler alabildiğine zayıflık peşinde. Onların körükleyicileri de, moda ve kadın imajı üstüne ahkâm kesen sözüm ona uzmanlar. ‘Muhteşem Yüzyıl’daki Hürrem- Meryem Uzerli kilolu bulunup dillere dolanırken ‘Umutsuz Ev Kadınları’ndaki Ceyda Düvenci’nin canlandırdığı Elif karakterinin balıketi görünümü ‘bakımsız kadın’ objesi olarak sunulmakta.
Burada, yapı itibariyle doğuştan zayıf olanları veya makul ölçüde kilo verenleri eleştirecek değiliz. Amaç, özellikle ‘zayıflama sektörü’nün pompaladığı ve bulaşıcı hastalık gibi yayılan zayıflık konusunda ipin ucunun kaçırıldığını vurgulamak! Hangi diziye baksanız
‘Doğu her zaman sandığımızdan daha doğuda’cümlesiyle 2013 İran’ında başlayan ‘Son’, yedi bölümün ardından hala alt sıralarda. Aslında hiç de karışık olmayan ve ilgiyi hak eden yapımın bu durumunun sebebi yine kendisi.
‘Elveda Aylin’vurgusuyla başlangıçtan dokuz ay öncesine giden öykü, ajan hikâyelerine özgü dile fazlasıyla kendini kaptırınca hem hatalara düştü hem de izleyiciyi bunalttı. Özellikle ilk bölümlerinde yapıma gizem katmak için sıkça kullanılan ve geri tepen zaman hareketleri, zaten bu türe pek meyilli olmayan seyirci kitlesine sıkıcı gelmekle kalmadı diziyi yapanların da kafasını karıştırdı. Öyle ki, Aylin’le Selim’i 2005 yılında mezarlıkta, İran’a gitme konusunda tartıştıran senaryo, daha sonra Selim’i İran’da gösterirken tarih 2004 olarak verildi. Sık sık depremlerle sarsılan İran’a Selim’in 2005 depremi için ikinci gidişi desek, bu durumda da Aylin’in hamileliği soru işareti yaratacaktı! Çünkü yılbaşı anılarına dalan Aylin’in hamileliğini öğrendiği tarih, Selim’in İran’da gösterildiği 2004 yılıydı… Kaldı ki, İran’da yaşanan deprem de 2003’ün sonuna denk düşmekteydi. Dizideki bu zaman hatası, yıldan yıla geçme kargaşasında önemsizleşti. Buna karşın zamanla
İlk gösterimini biletli seansta yapan ve böylece vizyona çıkmadan gelebilecek olumsuz eleştirilerden kaçan ‘Fetih 1453’ şimdi de dizi olmaya hazırlanıyormuş. Ajans Press’in verilerine göre, ilk beş günde hakkında çıkan haberlerle 5 milyon TL üzerinde bir değere eşit reklam fırsatı yakalayan yapımın TV’de gösterimi konusunda iki olasılık mevcut… Ya ‘Fetih 1453’ filmi bölümlere ayrılıp ‘mini dizi’ halinde yayınlanacak ya da ‘Muhteşem Yüzyıl’a rakip olarak yeni bir Fetih dizisi çekilecekmiş.
Bu olasılıkların ilkinin gerçekleşmesi halinde, ‘Muhteşem Yüzyıl’la rekabeti bir yana bırakıp filmin ekranda nasıl görüntü vereceğini düşünmek daha doğru olur. Zira sinema perdesinde bile belirgin olan yüzlerdeki gölgelenmelerin ve green box tekniğinin yetersizliğinden meydana gelen görüntü kaynaşmalarının ekranda daha da rahatsız edici boyut kazanması söz konusu! Çözümü, gösterim hakkını alan Show TV’ye bırakıp gelelim İstanbul’un fethinin yeni ve uzun bir dizi şeklinde önümüze çıkartılması ihtimaline…
Bunu değerlendirirken ‘Muhteşem Yüzyıl’ın başarısını neye borçlu olduğuna bakmak ilk iş olmalı. Elbette ki, ‘Muhteşem Yüzyıl’ı muhteşem başarıya taşıyan ‘Hürrem’ karakteri ve onunla
Daha yayınlanmadan magazine konu olmuştu meşhur araba tecavüzü… Kafası taksi penceresine kıstırılmış İffet, kadın çaresizliğinin en yalın örneğiydi. Bu sahne, tek amacı hoş vakit geçirmek olduğu her cümlesinden anlaşılan taksici Cemil’in, baba baskısında büyüyen masum ev kızını hiç sevmediğinin de göstergesiydi. İyi bir öyküyle giriş yapıp üst sıralarda yer alan dizi, izleyiciyi intikamın getireceği heyecanlı bölümlerin beklentisine sokmuştu. Ne var ki, umulan gerçekleşmedi. Normalde tiksinti yaratması gereken olay, dizi reyting sıralamasında geriledikçe ötelenmeye ve aşk kılıfıyla hoş gösterilmeye başlandı.
Fatmagül’ün ardından tecavüz mağduru olarak ekranlarda boy gösteren ‘İffet’in tecavüz sonrası Cemil’i affedip evlenmeyi düşünmesi bile yeterince çirkindi. Ama hem çevre baskısı hem de karnındaki çocuk buna mazeret olabilirdi. Ancak karakter zafiyetini tecavüzle ispatlayan Cemil’in hamile bıraktığı kadını para uğruna paçavra gibi fırlatıp atması, savunulması imkânsız bir davranıştı. Üstelik tecavüzcüsü utanmazlıkta sınır tanımayıp, para için en yakın arkadaşıyla evlenirken İffet, namussuzlukla suçlanıp baba dayağıyla çocuğunu düşürdü. Yani Cemil yüzünden ruhen ve bedenen
Dijitalin nimetlerini Yeşilçam diliyle birleştirip, Hollywood benzeri fantastik film olarak karşımıza çıkan ‘Fetih 1453’ gösterime girmişken reyting sıralamasında zirveyi elden bırakmayan ‘Muhteşem Yüzyıl’ da gündemdeki yerini korumayı sürdürüyor. İlk andan itibaren tarihi saptırmakla suçlanan dizi yine bir tarih eleştirisiyle gündeme geldi.
Pargalı İbrahim Paşa’nın keman çalmasına takılan tarihçi yazar Mustafa Armağan, o devirde kemanın olmadığını ileri sürerek ‘Bu kadarı da olmaz’ diye isyan etmiş. Kemanın 17. yüzyılda icat edildiğini iddia eden Armağan, Vivaldi çaldırılmasına da dikkat çekmiş; dizinin bu sergilenenleri tarih diye yutturduğu konusunda veryansın etmiş. Etmiş ama ne yazık ki, ‘kemanın icadı’ konusunda kendisi de bir hayli yanılmış!
Kökenini Orta Asya kültüründen alan ve İpek yolu üstünden yayılan keman, günümüzde kullanıldığı şekliyle 14. yüzyılda Kuzey İtalya’da ortaya çıkmış. Kemanın Türk topraklarına ne zaman geldiği konusunda kesin bilgi olmamakla birlikte İbrahim Paşa’nın Şehzade Süleyman’la birlikte Manisa’da olduğu yıllarda keman çaldığı biliniyor. Süleyman’ın padişahlığı 1520’de başladığına göre dizide İbrahim’in keman çalması gayet normal. Yani
‘Küçük insanların büyük hikâyesi’sloganıyla ortaya çıkan ‘Hayat Devam Ediyor’ gerek bu vurgulamasıyla gerekse işleniş biçimiyle oldukça rahatsız edici! Fakir Doğuluların ‘küçük insan’ olarak algılanmasına sebep olan bu aşağılayıcı slogan dizinin baş falsosu… Bunu yüksek sesle yapılan abartılı konuşmalar izlemekte.
‘Çocuk gelin’utanmazlığını zirveye yerleşmek için araç olarak kullanarak başlangıç yapan dizi, ilk bölümden itibaren haykırışlarla yürütülmekte. Avazları çıktığı kadar bağıran karakterleriyle âdete ‘Doğu insanı böyle konuşur’ zihniyetini aktarmayı vazife edinen yapım, sürekli kavga ve baskınlarla da ‘vahşilik’ imajını perçinlemekte. Bu iticiliğe, bir de fark yaratmak için uygulanan kamera taktikler eklenince izlenmesi iyice yorucu hale gelmekte. Dizideki Doğu şivesinin kulağı rahatsız edici derecede kaba ve yapmacık olması da çabası…
Bakırcıların deli danası Bekir, ortalığı birbirine katar… Sinop Cezaevi’nde Sabahattin Ali’nin şiirlerini okuyarak gönülleri fetheden Fikret Kuşkan, kendisiyle bağdaşmayan bir konuşma tarzı ve zorlama tavırlarla ‘onur’ peşine düşer… Kızını dedesi yaşındaki sapkına veren, nikâhlı karısını, ‘kuma’ yani hakiki anlamıyla ‘dost’la aynı