Dijitalin nimetlerini Yeşilçam diliyle birleştirip, Hollywood benzeri fantastik film olarak karşımıza çıkan ‘Fetih 1453’ gösterime girmişken reyting sıralamasında zirveyi elden bırakmayan ‘Muhteşem Yüzyıl’ da gündemdeki yerini korumayı sürdürüyor. İlk andan itibaren tarihi saptırmakla suçlanan dizi yine bir tarih eleştirisiyle gündeme geldi.
Pargalı İbrahim Paşa’nın keman çalmasına takılan tarihçi yazar Mustafa Armağan, o devirde kemanın olmadığını ileri sürerek ‘Bu kadarı da olmaz’ diye isyan etmiş. Kemanın 17. yüzyılda icat edildiğini iddia eden Armağan, Vivaldi çaldırılmasına da dikkat çekmiş; dizinin bu sergilenenleri tarih diye yutturduğu konusunda veryansın etmiş. Etmiş ama ne yazık ki, ‘kemanın icadı’ konusunda kendisi de bir hayli yanılmış!
Kökenini Orta Asya kültüründen alan ve İpek yolu üstünden yayılan keman, günümüzde kullanıldığı şekliyle 14. yüzyılda Kuzey İtalya’da ortaya çıkmış. Kemanın Türk topraklarına ne zaman geldiği konusunda kesin bilgi olmamakla birlikte İbrahim Paşa’nın Şehzade Süleyman’la birlikte Manisa’da olduğu yıllarda keman çaldığı biliniyor. Süleyman’ın padişahlığı 1520’de başladığına göre dizide İbrahim’in keman çalması gayet normal. Yani Armağan’ın ‘keman isyanı’ desteksiz! Büyük ihtimal, 17. yüzyılda yapılan Stradivarius kemanla ya da aynı çağda yaşayan Vivaldi’yle karıştırmış. Yanılgının sebebi ne olursa olsun İbrahim Paşa’nın kemanı bir hata değil. Tabii o devirdeki keman modeliyle, dizide İbrahim’in eline tutuşturulanın uyuşmasını beklemek de insafsızlık olur. Şimdi Pargalı’yı kemanıyla ve nadiren icra ettiği müziğiyle rahat bırakıp ‘Muhteşem Yüzyıl’ın son bölümündeki asıl eleştirilmesi gereken noktalara işaret edelim.
Göğüsleri elbisesinden her an dışarı fırlayacakmış gibi duran Hürrem’in rüyasıyla bölüm komedisini başlatan ‘Muhteşem Yüzyıl’da, bilgisayar destekli sahneler tam bir felaket. Havada zor duran ve güç bela ağzından ateş çıkartan ejderha bunun son örneği! Savaş sahnelerinin de çocuk oyununu andırdığı dizide, Hürrem başta olmak üzere Harem’deki tüm hatunlar işin suyunu çıkartmış durumda. İnandırıcılığını her geçen bölüm daha da kaybeden dizide, saray ağırlığının hiç hissedilmemesi sorunların temeli. Otorite boşluğu o denli büyük ki, yorgun savaşçı gibi duran Mustafa’yı kendisine rakip olarak görmeye başlayan ve kadınlar arası savaşta yenik düşen Padişah, Viyana kapılarına dayanıp dayanıp içeri giremezken cariyeleri isyan çıkartıp Hürrem’in odasına rahatlıkla girebiliyor.
Entrikaların had safhada yaşandığı sarayda, kapıların içeriden kilitlenebilir olduğu görünen bir gerçek! Bu olanak varken cariyelerden kaçan Hürrem ve yeni yandaşı Nora niye bunu akıl etmez? Üç beş cılız cariye kapıyı hemencecik açsınlar diye mi? Komedi boyutunu aşan, kapı arkasına eşya yığma işlemi, cariyeler tarafından da sergilenir. Daye Hatun ve askerlerin içeri girmesini önlemek için yatak-döşekten medet umulur. Bunlar kadar gülünç olan bir diğer ayrıntı da, savaşmaya hevesli çakma erkek Aybike Hatun’un etkisiz hale getiriliş sahnesi. Elde hançer tehditler savuran Aybike’nin dövüş yeteneğini sergileyeceğini beklerken, nakış işleyen eller tarafından anında yenilgiye uğratılmasını görmek büyük hayal kırıklığı!
Güzel başlayan ancak süreç içinde kalitesinden çok şey yitiren ve belgesel olarak algılanmaması gerektiği defalarca vurgulanan ‘Muhteşem Yüzyıl’ cephesinde, drama eleştirisi bakımından durum bundan ibaret. Tarih konusunda hassas olanların, Fatih Sultan Mehmet’in devir başlatan padişahlığının en önemli evresini ele alan ‘Fetih 1453’ için neler söyleyecekleriniyse önümüzdeki günlerde göreceğiz. Kim bilir belki de, varlığı bile tartışmalı olan Ulubatlı ile Era arasındaki aşkı öne çıkartan yapımla ilgili tek bir kusur bile bulunmaz…
Anibal Güleroğlu