Ölümsüzlük… Kulağa son derece hoş gelen ve her ölümlünün hayalini süsleyen bir imkânsızlık! Kim ister ki, yıllar boyu elde ettiklerini ardında bırakıp toprakla bütünleşmeyi? Kuşkusuz kimse istemez. Ama işte elindekinin kıymetini bilmeme durumu devreye girince, ölümsüzlüğü ‘lanet’ gibi görüp öteki tarafa gitmek de arzulanabiliyormuş!
Tabi bu arzunun gerçekleşme olasılığı ortaya çıktığında da, anında ‘Vazgeçtim ölümsüz kalmak istiyorum’ şeklinde çark edilmesi kaçınılmaz. Bu gerçeği görmek için, Marvel’in sevilen eserlerinden X-Men evreninin en ikonik karakteri olan ve anıların baskısıyla bunalım takılıp, ‘Ah bir ölsem’ tripleriyle ortalıkta dolanırken ‘Hadi buyur ölümlü ol’ dendiğinde, ölümsüzlüğünün değerini hisseden ‘Wolverine’i izlemek gerek.
2000 yılında başlayan X-Men serisiyle sinema dünyasına adım atan Wolverine karakteri, kendisini canlandıran Hugh Jackman’ın başarılı performansıyla öylesine beğenildi ki, X-Men yapımcıları 2009 yılında Wolverine için ayrı bir film çekti.
1974’te çizgilerde kimlik bulup 1980’de kendi dünyasına kavuşan Wolverine, ‘X-Men Origins: Wolverine’in ardından şimdi de geçmişinin daha önce anlatılmamış bir bölümünü ele alan ‘Wolverine 3D/The Wolverine 3D’ ile bir kez daha şahsına odaklanmış bir yapımla hayranlarının karşısında…
Wolverine’in sarsılmaz gücünün ardında hassas ve karanlık bir dünya olduğunu gösterip onun da yaşamdan bezebileceğini, rüyalarının esiri olabileceğini yansıtmak için yaratılan yeni yapımda, adamantium pençeleri, kendini sonsuz iyileştirme gücü ve karizmatik halleriyle herkesin imrendiği karakter, kendisine tamamen yabancı bir dünyada iç hesaplaşmasını gerçekleştirmekte.
Nagazaki’ye atom bombasının atıldığı anla açılışını yapıp B 29’dan kaçmanın imkânsızlığında harakiri yapmakla ‘Wolverin’in kuyusu arasında tercih durumunda kalan Japon askerinin kurtuluşunu veren yapım, zincirleme rüyaların ardından insanları incitmemek için yemin edip inzivaya çekilen ve ‘Benden beter pençelisi de varmış’ diyerek uygun mesafede kalan ayı kardeşle ormanda tur atan ‘Wolverine’in yabanıllığına çevirir kamerasını…
Maganda avcıların, zehirli okla vurdukları ayı kardeşin can çekişmesiyle duygusallığa bürünen başlangıç, yıllar önce hayatı kurtarılan Yashida’nın ölüm döşeğinde olduğu ve ‘Wolverine’i görmek istediği haberiyle yavaş yavaş aksiyonunu ortaya döker.
Her gece rüyasında kâbus görüp ölümsüzlüğünden bezen ‘Wolverine’ için çektiği acıları sonlandırma fırsatı, 15 saatlik Tokyo yolculuğuyla gelinen bilinmez dünyada bir gözü geçmişe, diğeri geleceğe bakan Yashida’nın sunduğu ‘ölümlülük’ şansıdır. Bunu değerlendirmekle, değerlendirmemek noktasındaki duygusal hesaplaşmayla gelişen film böylece izleyiciye de, hem sokaklarında koşturulan Tokyo’dan manzaraları izlemek hem de ‘Wolverin’in yeniden asker oluşuna tanıklık etmek fırsatı yaratır.
Açılış sahnesi hariç derinliği yeterince hissettiremeyen yetersiz 3D çekimi ve ‘Daha iyisi yapılabilirdi’ dedirten efektlerinden ziyade Hugh Jackman’ın varlığıyla değer kazanan ‘Wolverine’, ilk kez ölümlü olma durumuyla karşı karşıya kalan Logan’ın varoluş sınırlarını hayli zorlamasını işlemekte.
Tüm sevdiklerini kaybetmenin yıkıklığıyla sorunlarından kurtulmak için tek çıkış yolunun ‘ölümlülük’ olduğunu düşünmeye başlayan ve amacı adalet dağıtmak olan her asker gibi şerefli bir ölüm isteyen Logan’ın kendini buluş sürecinde, atom bombası yıkımının onarılan etkilerini de ‘İnsan her şeyi geride bırakır’ mantığıyla işleyen ‘Wolverine’, duygu ağırlıklı temasında insani hırsları ve aile ilişkilerindeki bencilliği öne çıkartmakta.
‘Zamandan bağımsız yaşayan biri sahipsiz kalan samuraya benzer’ diyerek, ölümün insanlar için iyi bir şey olduğunu aksi takdirde huzursuzluk hissedileceğini ima ederken, aynı zamanda birine bağlılığı yücelterek insan kullanmayı benimseyen Japon felsefesini de ortaya koyan filmde ‘Hükümet zayıfladıkça Japon mafyası yani Yakuza güçleniyor’ vurgusu ise yeni hedefin Japon yönetimi olduğunu düşünmek adına dikkat çekici. Adalet Bakanı’nı sefil bir duruma sokup, ‘Bencil Japonlar kurtarılmaya gelmez’ anlamında bir öykü yaratan ‘Wolverine’de, para ve başarı uğruna robotlaşmış Japonların teknolojik gelişimle paralel olarak insani değerlerinin azaldığı mesajı da ekstradan okunabilir. Demek ki, Japonların gelişiminden duyulan ürküntü her geçen gün artmakta!
Öte yandan James Mangold yönetmenliğindeki ‘Wolverin’de kurgunun çok güçlü olduğunu söylemek pek mümkün değil. Ayrıca Logan dışındaki karakterler de yetersiz. Mutant ve insan düşmanların işlenişinde o derece idareli davranılmış ve sadece Logan’ın zihnindekileri açığa çıkartmak konusunda yoğunlaşılmış ki, onu yeniden kendine getirmek için yaratılan öykü fazlaca basite indirgenmiş. Bunun sonucunda ise bolca ‘neden’ sorusunu yaratan bir kurgu ve özensiz yan karakterler ortaya çıkmış. Ölümü görme yeteneğine sahip Yukio’nun sanki idareten filmde yer almış havasındaki zayıf oyunculuğu gibi. Geleneklerine bağlı olduğu için baba sözü dinleyip istemediği bir adamla nişanlanacak kadar tutucu olmasına karşın bir günde Wolverin’in aşkına dönüşen Mariko ise kendi habitatında gezinen bir duruşa sahip.
Cenaze törenindeki ve finaldeki kapışmalar dışında kayda değer bir aksiyon sergilemeyip rüyaların arka planından felsefe yapan Logan’ın temizlenme sekansıyla tebessüm ettiren ‘Wolverin’de en etkileyici an, ormandaki şirin ayının insan eliyle düşürüldüğü zor durumda ölümü arzulama hali! Obez kedinin pofuduk görüntüsü ve aşk otelinin fantezi odaları da yapımın gülen yüzü. Samurayların ok yağmuruyla yaratılan sahnenin görselliği de filmin orijinal anlarından.
Yemek çubuklarının dik konulmasının uğursuzluk yaratacağı inancındaki Japonların kucağında yeniden doğan ‘Wolverin’in beyninden girip kalbinden çıkarak, 2. Dünya Savaşı’ndan beri ayak basmadığı topraklarda, Yakuza ve Samurayların karanlık dünyasına yolculuk yapmak isteyenlere, filmin zayıf öyküsüne değil de, artık karakteriyle tam anlamıyla bütünleşen Hugh Jackman’ın ölümsüzlüğün değerini gösteren yolculuğundaki çekici duruşuna, özellikle de bakışlarına odaklanmalarını tavsiye ederim. Oyunculuk konuşuyor!
Anibal GÜLEROĞLU