Bir yılı daha ardımızda bıraktık. Hüzünleri, mutlulukları, hayal kırıklıkları ve başarılarıyla yaşamımızdan koca bir yıl daha siliniverdi. Bize göre büyük, dönmeye devam eden dünyaya göre küçük bir zaman diliminde yaşananlar kâh kızdırdı, kâh sevindirdi. Başarıları, başarısızlıklar takip etti ya da tam tersi gerçekleşti.
Elbette ki bu olumsuzluklarla, olumlu gelişimlerin sirkülâsyonu sadece bizim yaşantımızla sınırlı değildi. Medyada, magazinin gündeminde olanların hayatlarında ve nihayetinde sinema-televizyon dünyasında da kendini gösterdi bu döngü.
Patronlar değişti… İşler noktalandı… Yayınlar sonlandırıldı… Oyuncular uyuşturucudan vurgun yedi… Diziler reyting canavarına yenildi… Güzel filmler görmezden gelinirken, zevzekliklerle dolu olanlar yüksek gişeyle ödüllendirildi. Kısacası; hak, verilmediği gibi alınamadı da... Gelen gideni arattı, giden ne olduğunu anlayamadan gittiğiyle kaldı.
Yeni yılın ilk günlerini yaşarken karşımıza çıkan ve yazımıza konu olan iki yapım da, bu karmaşık düzenin farklı kulvarlarında yol alan örnekleri aslında.
Bunlardan biri anne-babası oyuncu olduğu için kendini küçüklükten sinema-TV dünyasında bulan Ben Stiller’ın, modern hayatın
İnsanı, ‘insan’ yapan nitelikler nedir? Onur, saygı, bağlılık, hak arama, fedakârlık kavramları başta olmak üzere kendini ve içinde bulunulan topluluğu utandırmama bilincine dair pek çok özellik insanı diğer varlıkların üstüne çıkartır.
Çağlar boyu hep yüceltilen; filmlere, dizilere tema yapılan ama gerçek yaşamda türlü gerekçelerle yerle bir edilen bu kavramlar, özellikle Samuray kriterlerinde ve efsanelerinde fazlasıyla yer bulur.
Tarihi 18. yüzyıl Japon efsanesine dayanan ve nesilden nesle farklı biçimlerde anlatılarak aktarılan 47 asil Samuray’ın liderlerini gururlandırma hikâyesi olarak efsaneleşen ‘47 Ronin’ de bu gerçeğin örneklerinden…
***
Japon efsanelerinden onur ve fedakârlık üstüne bir yansıma olarak yeniden biçimlendirilen ‘47 Ronin’, antik dünyadan günümüze gelen epik bir öykü. Fakat içinde ders alınması gereken pek çok gerçeği de barındırıyor.
Antik feodal yapının hâkim olduğu günlerde yabancılara yasak bölgede sahiplerini onurlandırmak için canlarını ortaya koyan Samurayların barışı sağladığı dönemden açılışını yapan film, efendisi yenilgiye uğrayan Samuray’a Ronin dendiği bilgisini verdikten sonra efsaneleşmiş öyküsüne geçiyor.
Bebekliğinde ormanda
Kanal D’nin büyük umutlarla başlattığı dizilerden biri olan ‘A.Ş.K.’nin kendinden hiç beklenmeyen bir sonuç yaratması, fanları başta olmak üzere yapımla ilgilenen herkesi üzmüş durumda.
Hazal Kaya ve Hakan Kurtaş'ın başrollerinde oynadığı dizi, ne olduysa bir türlü huzur bulamadı. Çarşamba günleri prime time kuşağında yayınlanırken Pazartesi 22.00’ye alındı. Her kafadan bir ses çıkmaya başladı ve nihayet beklenen sonda karar kılındı.
Zaten bir dizi umulanı vermeye görsün… Hemen malum senaryolar devreye girer. Kaldırılacak, başka kanala geçecek. Şimdi de aynıları ‘A.Ş.K.’ için yürürlükte.
Bir bakıyorsunuz, A/B grubu izleyiciden çok getiri yaratabilecekken, yeterince değerlendirilmediğinden şikâyet eden Nebahat Çehre’nin sözleriyle verilen haberde, dizinin düşük reytingden dolayı 13. bölümde final yapacağı söyleniyor. Bir diğer habere bakıyorsunuz Faruk Turgut’un anlaşmalarına göre mümkün olmadığını belirtmesine rağmen, final kararı durumunda ‘A.Ş.K’nin noktalanmayıp başka kanala transfer olacağı müjdeleniyor.
Öyle veya böyle sonuçta dizi, bir huzursuzluk ve olumsuzluk sarmalında sona doğru gidiyor!
Peki, niye böyle oldu? Bana göre senaryonun kötülüğünden ziyade diğer
Hep kendini haklı gören insanların hatalarıyla yüzleşip onları kabullenmeleri çok zordur. Ancak daha da zoru, milletlerin tarihleriyle yüzleşmeleridir. Hele ki o tarihte yer alan olumsuzluklarla… Oysa yanlışları düzeltmek ve tüm sorunların yükünden hafifleyerek ileriye koşabilmek için ne kadar da gereklidir geçmişle yüzleşmek!
Rıdvan Akar’ın Hülya Demir’le birlikte kaleme aldığı, yaklaşık 12 bin Rum’un tüm malvarlıklarını bırakıp ceplerinde 22 Dolarla sınır dışı edilmelerinin dramını anlatan ‘İstanbul’un Son Sürgünleri’ isimli kitabından uyarlanan ‘Sürgün’ bu zoru başaranlardan.
Selin Tunç’un senaryosuyla beyazperdeye çıkan Erler Film yapımı çalışma, 1964’te Türkiye ile Yunanistan arasında gerginliğe neden olan Kıbrıs sorununun Türkiye’deki acı yansımalarını gün ışığına çıkartmakta.
Geçmişin sayfalarında kalanları hatırlatmaya yönelik bu çalışmada izlenilenler o denli düşündürücü ki, finalde ‘1964 yılında yaşananlar siyasette en az bilinen olaylardan biri’ diyen ve geçmişle hesaplaşma umudu taşıyan Rıdvan Akar’ın Maslak TİM Show Center’da düzenlenen galadaki sözleriyle, verdiği röportajda ‘Hesaplaşılacak şeyler sadece ortaya atılıyor ama bir türlü sonu gelmiyor’ diyen
Kritiğini yapacağım filmleri genelde galalarında değil de basın gösterimlerinde izlemeyi tercih ederim. Çünkü herkesin birbirine caka satmak için yarıştığı galaların aksine, ortam daha sakindir ve filmle bütünleşmek daha kolay olur. Ancak işte bazen evdeki hesap çarşıya uymuyor. Tuna Kiremitçi’nin romanından uyarlanan ‘Bu İşte Bir Yalnızlık Var’ın basın gösterimini şehir dışında olup kaçırdığımdan, el mahkûm gittim galasına... Ve bir kez daha gördüm ki, bizdeki gala anlayışı yerlerde sürünmeye devam ediyor.
Filmin kritiğine geçmeden özelikle üstünde durmak istediğim bu ayrıntıda beni en çok rahatsız eden şey, laf kaynatmakta hayli becerikli olan bazı konukların izlemeye geldikleri işe saygısızlığı!
Üstelik benim bu rahatsızlığım, Maslak TİM’deki galada basının sorularının salonda alınmasını ‘aşırı resmi’ bulup kendisini marka konferansında hisseden Özgü Namal’ınki gibi yersiz de değil. Zira ışıklar kararıp film oynamaya başladıktan sonra yanınızda yörenizdekilerin sergilediği saygısızlık, ‘Keşke marka konferansında olsaydık’ dedirtiyor insana. Hiç olmazsa oralarda sunulan işe ‘saygı’ bilinci hâkimdir genellikle.
Oysa ‘Bu İşte Bir Yalnızlık Var’ da dâhil olmak üzere
Pazar gecelerinin rekabet ortamı Samanyolu TV’nin önlenemeyen yükselişiyle ‘Küçük Gelin’i öne çıkarttı. Cumartesileri de ‘Şefkat Tepe’ ile zirveye oynayan kanalın başarı grafiği her geçen gün artarken diğer kanalların yenileri ne yazık ki kendilerinden beklenen performansı sergileyemiyor.
Her kanalın kendi yapımını izlettirmek için gayret sarf ettiği ortamda ATV’nin yeni komedisi ‘Cesur Hemşire’ de bir cesaret örneği olarak karşımızda.
Cesaret örneği, çünkü töre ve gençlik dizilerinin halkı komediden daha çok çektiği gerçeğine aldırmadan ekranda yerini aldı. İlk haftasında da epeyce ilgi gördü. Ancak ne yazık ki bu başarılı sonuç kalıcı olmadı ve ikinci bölümünde düşüş başladı.
***
Oysa ben, doktor-hemşire fantezisini her iki yakadan ele alarak sit-com kıvamında işleyen ‘Cesur Hemşire’nin daha da yükselmesini beklerdim. Neden mi?
Karikatürize ettiği mesleklerin zorlu yanlarını çok net ortaya koyuyor da ondan. Hem de güldüre güldüre…
Sağlık çalışanlarının gerçek hayattaki vaziyetleri malumumuz… Siz bakmayın öyle doktor-hemşire romantizmine takılanlara ya da Allah’ın yürüttüğü kullardan olup şansı yaver giden azınlığın konforuna. Performanstı, zorunlu hizmetti,
Hangi kuşaktan olursa olsun insanların en büyük yanlışı, körü körüne fanatikliğe kapılıp beğendiklerinin hatalarını görmezden gelmek, gösterenlere de kızmak. Bu tepkiyi en çok gösterenlerse, ABD kaynaklı ‘X, Y, Z’ kuşak ayrımcılığını devreye sokma özentisiyle ‘Z kuşağını ne kadar anlıyorsunuz ki’ diye sorgulayıp, yapıcı eleştirilere karşı çıkanlar.
Absürt bir komedinin yol haritasındaki yanlışlığı söylersiniz, Z kuşağının beğenisini anlamamakla suçlanırsınız. Öyle ya, başlangıçtan düzgün bir konu ortaya koyup daha iyi iş çıkartmak yerine, durumu gelişine idare etmeyi seçip 13 bölümlük anlaşmasıyla ekranda kalan yapımın sırtını sıvazlayanların dümen suyuna girmemişsinizdir çünkü.
Bir şovun, reklama ihtiyacı olmadığı halde, fermuardan espri çıkartma merakına yönelmesinin yanlışlığına ve basitliğine dikkat çekersiniz. Yine Z kuşağının komedi algısını kavrayamadığınız safsatası çıkar karşınıza. Oysa akılcı bir bakış, oradaki eleştirinin yıkıcı değil yapıcı olduğunu görür.
Kimdir bu Z kuşağı? En basitinden tanımla 2000 sonrası doğanlar! Yani günümüzde 12-13 yaşında olanlar… ‘Ey benim güzel arkadaşlarım, getirilen eleştirilerin gerçekte neyi işaret ettiğini anlamadan savunmaya
Magazin ve televizyon dünyasındakilerin ilgi çekmek için olayları şişirip sunması elbette ki mesleki bir zorunluluk. Ama bu gereği yerine getirirken hem akıllı davranmak hem de halkın nabzını bilmek lazım.
Ancak bizde ‘abartı’ merakı öylesine abartılıyor ve bu doğrultuda yalan yanlış hareket ediliyor ki, gözle görünen hakikatlerle fazlasıyla ters düşülüp komikleşiliyor. Alın size iki örnek…
GEÇMİŞ ÖZLEMİNİ ABARTINCA…
‘Ben de Özledim’ dizisinin kaldırılacağı söylentileri ortalığa döküldüğünde ‘Ben demiştim’ durumunun gururunu mu yaşayayım yoksa ‘Yazık oluyor’ mu diyeyim, ilk etapta bilemedim doğrusu.
Bir yapımın kaldırılmasına elbette ki sevinmek olmazdı. Ancak ikinci bölümden itibaren görünen köyün de kılavuza ihtiyacı hiç yoktu. Gerekçe tabii ki her zamanki gibi ‘düşük reyting’.
Peki, nasıl oldu da onca tantanayla gelen bu dizi seyirci toplayamadı? Üstelik de kaldırılması bir sürü tepkiye neden olan, bir dolu takipçili ‘Leyla ile Mecnun’un kadrosunun işi olduğu halde… Dahası, başlangıcından itibaren sürekli içeriğinde yer verdiği ‘Leyla ile Mecnun’un devamıymış gibi duruyorken niye izleyiciyi çekmeyi başaramadı?
Kötü müydü? Hayır. ‘Ben de Özledim’ dizisinin ilk