Kritiğini yapacağım filmleri genelde galalarında değil de basın gösterimlerinde izlemeyi tercih ederim. Çünkü herkesin birbirine caka satmak için yarıştığı galaların aksine, ortam daha sakindir ve filmle bütünleşmek daha kolay olur. Ancak işte bazen evdeki hesap çarşıya uymuyor. Tuna Kiremitçi’nin romanından uyarlanan ‘Bu İşte Bir Yalnızlık Var’ın basın gösterimini şehir dışında olup kaçırdığımdan, el mahkûm gittim galasına... Ve bir kez daha gördüm ki, bizdeki gala anlayışı yerlerde sürünmeye devam ediyor.
Filmin kritiğine geçmeden özelikle üstünde durmak istediğim bu ayrıntıda beni en çok rahatsız eden şey, laf kaynatmakta hayli becerikli olan bazı konukların izlemeye geldikleri işe saygısızlığı!
Üstelik benim bu rahatsızlığım, Maslak TİM’deki galada basının sorularının salonda alınmasını ‘aşırı resmi’ bulup kendisini marka konferansında hisseden Özgü Namal’ınki gibi yersiz de değil. Zira ışıklar kararıp film oynamaya başladıktan sonra yanınızda yörenizdekilerin sergilediği saygısızlık, ‘Keşke marka konferansında olsaydık’ dedirtiyor insana. Hiç olmazsa oralarda sunulan işe ‘saygı’ bilinci hâkimdir genellikle.
Oysa ‘Bu İşte Bir Yalnızlık Var’ da dâhil olmak üzere galalarda bu kavram mumla aranmakta. Kar kış demeden kumaştan fazlaca tasarruflu eteklerini ve yürümekte güçlük çektikleri topuklularını giyip, boya küpüne düşmüşçesine renklendirdikleri yüzleriyle kendilerini göstermeyi bilen ama film izleme adabını bir türlü öğrenemeyenler, dakikalar boyunca son moda telefonlarını (yoksa ışık canavarı mı demeliydim) kurcalarken nasıl konferans ortamı aranmasın ki!
Yahu insaf… Salon kararınca o hiç ellerden düşürülmeyen aletleri devreye sokma kuralı var da benim mi haberim yok? Bilemiyorum ki. Sanırsınız boyalı bebekler film izlemeye değil de, ona buna twit atıp maillerini, mesajlarını okumak için geliyorlar. Öyle ‘Telefonunuzu kapatsanız’ şeklinden kibarca uyarmak da fayda etmiyor haspalara. Alışmışlar bu tür pervasızlığa. ‘Rahatsız mı oldun? Mesajlarıma bakıyorum’ cevabını yapıştırıveriyorlar hemen. Aralarında fısıldaşmalarını hiç saymıyorum.
Yani diyeceğim o ki, telefon görgüsüzlüğüne ilaveten ikiyüzlülükte de sınır tanınmayan galalardaki, film sahiplerinin yüzüne ‘Aman ne şahane’ deyip, çıkışta ‘Aman patladık’ şeklinde, dedikodu yapanların ortamında bir filmi özümseyerek izlemek hayli zor!
Neyse efendim, kimi zaman basın gösterimlerinde bile karşımıza çıkan bu konuda çok dolu olduğum için sözü biraz uzattım kusura bakmayın. Şimdi ‘Bu İşte Bir Yanlışlık Var’ dedirten gala kültürünü bir yana bırakıp gelelim ‘Bu İşte Bir Yalnızlık Var’ filminin eleştirisine…
HER ŞEYE RAĞMEN ŞİRİN BİR FİLM
Engin Altan Düzyatan’ın yakışıklılığıyla Özgü Namal’ın hanımlığını buluşturan filmi kısaca tanımlamak gerekseydi, bana göre en güzel tarif edecek cümle ‘Şirin bir film’ olurdu. Çünkü cıvıl cıvıl renkleriyle, canlı mekânlarıyla ve de güzel müziğiyle bu duyguyu uyandırıyor.
Peki ya içerik?
Tuna Kiremitçi’nin romanından Burak Göral tarafından senaryolaştırılarak beyazperdeye taşınan ‘Bu İşte Bir Yalnızlık Var’, yapı itibariyle kadın-erkek ilişkilerindeki romantik klişelerin tamamını sergileyen bir içeriğe sahip. Üstelik öyle kısa yoldan da değil… 122 dakikalık bir sürece yaya yaya seyirciye yaşatılıyor, yakınlaşma-mutluluk-pişmanlık gibi olguların getirileri. Sanki ‘Aman bir şeyler eksik kalmasın’ dercesine mi hareket edilmiş bu süre konusunda yoksa ‘Şimdi kısa film yapmamak moda’ felsefesiyle mi uzun tutulmuş ya da kitaptan uyarlandığı için mi, pek karar veremedim doğrusu.
Süre konusunun dışında filmde beni kararsızlığa düşüren bir diğer unsur ise söylenen sözlerle, gözün gördüklerinin uyuşmaması…
Şöyle ki, Engin Altan Düzyatan’ın canlandırdığı Mehmet’te ‘acayip karizmatik bir rockçı’ görebilen elemana aşk olsun! Aşk güzel şeydir elbet olsun da, karizmatikliğin gereklerini yerine getirirken rockçılıkla pek de bağdaşmayan Mehmet ile Ayşe arasında da öyle laftan ibaret kalmasaydı... Keşke sadece büyük sözlerden ve hoşbeş gezmelerden oluşan yansımalarla verilmek yerine, gerçekçi duyguların yüze aksettiği, şöyle kuvvetle hissedilebilen türden olsaydı. Seyreden de buradaki hissiyatın gücünü oyunculardan alıp, gözlerinden kalbine akıtabilseydi, büyük aşkın yükünü üstlenen karakterlerle birlikte yanabilseydi. Ama gel gör ki ah keşke, ah keşkeee… Bu işte kocaman bir çaresizlik olmasaydı.
Keşkelere takılıp, bu işte kocaman bir çaresizlik durumu meydana geldiğinde elde kalan nedir diye baktığımızda manzara, Ketche’nin dengeli yönetimi ve Amerikan filmlerine öykünen çekimlerin kalitesi dışında, çok yalın görünmekte. Yani öyle isminin şatafatıyla doğru orantılı bir gizem ve olağanüstülük yok. Rutin akışlı senaryoda her şey bildik yüzeysellikte.
‘Aşkı buldun mu yapışacaksın’ mantığıyla beslenen erkek yardımseverliğiyle gelişen bir ilişki… Sonrasında yardım isteyen kadının güvenini suiistimal etme pişmanlığının klasik tripleri… Erkeklerin aksine, söylenenleri dinledikleri yorumuyla çiçekleriyle konuşan kadının istemem yan cebime koy tarzındaki duygu ikilemleri… Boşanma travmasını, mesleğini bırakarak yaşama lüksüne sahip yalnız adamın müzisyenliği… Ve küçük bir kız çocuğuyla yansıtılmaya çalışılan baba-kız ilişkilerinin masumiyeti… İlaveten aynı binada oturan eski eşin ara nağmeleri. ‘Bu İşte Bir Yalnızlık Var’ filminin temaları olan bu olguları bir araya getirense mazisi yıllara dayalı, apartman komşuluğu. Atiye de bu standart kombinasyonun ekstrası.
Öte yandan başka diyarlardan esinti gibi duran roman kökenli ‘Bu İşte Bir Yalnızlık Var’ın zengin ve renkli atmosferinde aşkı ve rockçı felsefeyi yeterince hissetmek mümkün olamasa bile günümüz insan ilişkilerinin gerçeğinde bunun da pek önemi yok. Nasılsa gerçek yaşamda genelde ‘büyük’ aşklar hep ‘küçük’ yaşanıyor ve ilişkilerin çoğunda sıcaklıktan eser bulunmuyor.
Dolayısıyla ilişki olayını derinlemesine katmanlara ayırmadan, yaşam statülerini sorgulamadan, salt sevgili olmak için sevgililik mantığıyla bu modern yaşam formatına yaklaşanlar için ‘Bu İşte Bir Yalnızlık Var’ biçilmiş kaftan.
Hele bir de çevrenizde fener gibi yanıp sönen cep telefonlarıyla ‘Bu İşte Bir Yanlışlık Var’ dedirtme vaziyeti olmasa, eminim izlenmesi çok daha keyifli olacaktır.
Anibal GÜLEROĞLU