Abartıları ilke edinen yerli dizilerimizin içeriklerinde şiddet, haykırışlar, iç bunaltan aile dramları, hastalıklardan konu geliştirme tutkusu tam gaz malumunuz. Ekran başına oturup kafa dağıtmak, bir parça eğlenip günün stresini atmak isteyenlerin TRT’nin tek tabanca olduğu yıllardaki eli yüzü düzgün yabancı dizilere duyduğu özlem de ortada. Keza, o yılların yerli yapımları için de aynı özlem mevcut. Lakin bu hakikate aldırmayan dizicilerimizin reyting uğruna abartıda sınır tanımamayı sürdürdüğü ve bunun neticesinde talimatla yaratılan senaryoların el mahkûm cümle öyküyü-karakteri yozlaştırmak mecburiyetinde kaldığı da bir gerçek.
Nitekim çocuklar vasıtasıyla geliştirilen dramatikliklerin baş kadın kahramanlarını, ‘Hem kel hem fodul’ deyimini haklı çıkartmak istercesine, elinden bir şey gelmediği halde gururda zirve yapan tarzda şekillendirmeleri bu yozlaşmanın bir yansıması olarak sürekli karşımızda.
Dizi içeriklerini kof gurura teslim edenler akılları sıra, Yeşilçam filmlerinin yolundan giderek ‘Fakir ama gururlu’ kızlar yaratıp topluma örnek teşkil etme gayretinde midirler? Yoksa bu büyük ama içi bomboş gururların yarattığı mağduriyetlerle izleyiciyi bölümler boyu
İnsanların vazgeçemedikleri tutkularından biri, ‘Yalan’! Çocuklukta ‘O yalan bu yalan, fili yuttu bir yılan. O da mı yalan’ tekerlemesiyle masalların dünyasının yalanlarına kapılıp mutluluklara yelken açılırken, dünyanın acıtan gerçeklerine karşı yetişkinlerin can simidine dönüşür olmuş yalanlar. Kimi beyaz yalan deyip sarılmış bunlara, kimisi pembe hayallere ulaşmak için tatlı yalan türetmiş her fırsatta. Ne var ki yalanların kötü yüzü, ne denli aklanmaya çalışılırsa çalışılsın, her daim karşımıza dikilmiş olanca karalığıyla. Velhasıl insan ve yalan, yaşamın her evresinde kol kola yürümekte.
Nitekim hayvanları konuşturarak insanlara ders vermeyi hedefleyen masallarıyla ünlü La Fontaine de ‘Her insan, yalan söyler’ diyerek edebi dünyaya sabitlemiş bu gerçeği. Keza Balzac’ın ‘Yalancılık meslek dalı ilan edilmeli atık. Çünkü çok fazla ustası var’ sözü de, insanların yalan konuşmadaki maharetini ortaya koymakta.
Öte yandan yalanların tatlılı, pembeli çekiciliğinin aşk olayındaki varlığı da dikkate değer etkileşimlerle karşımıza çıkmakta. Aşkların başlangıç evresinde zararsız gibi görünseler dahi zaman içinde acı gerçekleri örtme güçleri zayıflayarak mutsuzluklara sebep
Sezon sonu yavaş yavaş yaklaşırken finaller ve yeni projeler de kendilerini göstermeye başladı.‘The Taste Türkiye’ ile ekranlara yeni bir yarışma programı kazandıracak olan FOX, yakında ‘Her Yerde Sen’ demeye hazırlanırken ‘Eylül Öztürk ile Hey Anne’yi ve ‘Benimle Söyle’ isimli şarkı yarışmasını izleyiciyle buluşturacak olan Kanal D de ‘Afili Aşk’ ile yeni dizi atağına hazırlanmakta. ‘İstanbullu Gelin’i bu sezon noktalamayı tercih eden Star’ın yeni yarışması da ‘Kapanmadan Kazan’. Kuşkusuz bu duyuruların dışında yeni yapımlar da birer ikişer ortaya çıkacaklar.
Öte yandan izleyici kitlelerini her geçen gün daha artırmaya başlayan TLC ve DMAX kanalları da ilginç içeriklere sahip işlerle yeni yapım yarışında varlık göstermekte. Biz de 6 Mayıs’tan itibaren izleyiciyle buluşacak olan üç diziyi kısaca tanıtalım istedik. Buyurunuz…
SENİ HİÇ TANIMAMIŞIM TLC’DE BAŞLIYOR
Hangimiz bize yakın insanları tanıdığımızı sanıp da yanılgıya düşmemişizdir? Muhakkak ki hepimizin hayatında bu tür yanılgılar ve hayal kırıklıkları vardır. İşte 6 Mayıs’tan itibaren her Pazartesi 22:30’da TLC’de izleyebileceğimiz ‘Seni Hiç Tanımamışım/Someone You Tought You Knew’ da bu tarz bir içeriğe sahip.
‘
Yalancılık, ikiyüzlülük, inkârcılık… İnsan ruhunu sarıp sarmalayan ve zaman içinde çevresindekilere zarar verici hale gelen kötü alışkanlıkların başını çekenlerden! Eserleriyle insanların iç dünyasına ayna tutan William Shakespeare, ‘Göründükleri gibi olmalıdır insanlar, eğer değillerse hiç görünmesinler daha iyi’ sözüyle karakterleri bu alışkanlıklara esir olanlara en kestirme yorumu getirmiş nitekim.
Gel gör ki, ‘ikiyüzlü’ yaşamayı adet edinenlerden kurtulmak bu kadar kolay değil hayatta. Menfaat edinme tutkusunu ahlaklı yaşamın önüne geçirenlerin sayısı her geçen gün çoğalmakta maalesef. Üstelik en yakınınızdakiler tarafından sergilenen ikiyüzlülüklerin, basit dedikoduculuğun ötesine geçerek, dost kazığına dönüştüğü haller de bir hayli etkili günümüz dünyasında. Dolayısıyla modern insanın eskilere kıyasla daha bir ikiyüzlü yaşam şeklini benimsediği gerçeğinde, sağ gösterip sol vuranların bolluğu sayesinde iyilikle kötülük kavramları da çelişkili hale gelmekte.
Öte yandan insanların karakterlerini analiz etmek bu denli zorlaşmışken kurgu âleminin karakterleri de aynı yolun yolcusu. İzleyiciye ‘iyi’ diye sunulanlar çoğu zaman riyakârlık örneğine dönüşmekte. Zira
Değişmeyen tek şeyin değişimin kendisi olduğu gerçeğinin hâkim olduğu dünyamızın her anlamda ve alanda sürekli bir değişim içinde. Bu değişimlerin yaşamlarımız üstünde etkisi muhakkak. Özellikle de teknolojik yeniliklerle ortaya çıkan değişimlerin yarattığı yeni alanların sağladığı avantajlar, mevcut alışkanlıkların ötelenmesine sebep olmakta ufaktan ufağa. Hani ‘Rüzgârın yönünü değiştiremediğinde, yelkenlerini rüzgâra göre ayarla’ der ya eski bir tapınak yazıtı, işte o misal.
Nasıl ki, TV ve sinema olayı da değişim rüzgârından etkilenenlerden! Geçmişte ekran başına geçmekle ve kanalların portföyünde yer alan kısıtlı sayıdaki yapımı halim selim izlemekle özdeşleşen TV izleme alışkanlığı şimdilerde yerini bol çeşnili platformlara ve seçiciliğe bırakmış halde. Birkaç bölümde yayından kalkan diziler, gittikçe düşen reyting oranları ve ekran kısıtlayıcılığının yanı sıra süre uzunluğuyla da yaratıcılıklarını iyice kaybeden senaryo vasatlıkları bu değişimin bariz göstergeleri. Kanallar ve yapımcılar, ekran kısırdöngüsünde nadiren kayda değer işler ortaya çıkartır oldular. Bu tablo karşısında izleyicinin de dijital platformların sunduklarına meyletmesi gayet normal tabii.
Nitekim
Ünlü şairimiz Necip Fazıl Kısakürek,‘Yedi tepe üstünde zaman bir gergef işler!’ diyerek başladığı dizelerde ‘Ana gibi yâr olmaz İstanbul gibi diyâr’ diyerek tanımlasa da İstanbul’u…İstanbul, kiminin özlemi, kiminin çilesi…
Öyle ki; ‘İstanbul’un taşı toprağı altın’ denilerek göç edilirmiş bu gözde şehrimize bir zamanlar… Sonra bir de bakılmış ki hızla betonlaştırılarak çirkinleştirilip doğası, tarihi-kültürel dokusu ve yaşam anlayışı bozularak koskoca bir köye dönüştürülen İstanbul’un ne taşı altın, ne toprağı. Altı üstü kocaman hayal kırıklığı. Üstüne üstlük devasa bir ayakta kalma mücadelesi var burada. Doğru taktiklerle hareket eden, işini bilen ancak sağ çıkabiliyor bu zorlu mücadeleden… Tıpkı ekrana doluşan dizilerin yayında kalma savaşında olduğu gibi!
İstanbul’u refah ve kazanç kapısı gören insanlar bu modern kapanda çırpınadursun, kurgularımız için de bulunmaz bir nimet olmuş Anadolu’dan İstanbul’a uzanan öyküler. Yeşilçam, ünlü olmak için İstanbul yollarına dökülen ve sonrasında başarıyı veya hüsranı yaşayan gençler üstünden senaryolar üretmeyi pek sevmiş mesela. Keza, İstanbul konaklarındaki zenginlerle, köyden gelenlerin yollarını kesiştirip ortaya çıkan
Hakkını vererek çalışmak nasıl bir beceri ve gönül işiyse, çalışıp üretmeye en büyük destek olan dinlenme de bunun vazgeçilmez bir parçası olarak yerini alır hayatta. Zira yoğun temponun yaratacağı düşük verimliliği gidermek için mola vermek, istirahat etmek şarttır. Lakin bu sürecin de kendi içinde bir dinamiğe, tazelenme-toparlanma gücüne sahip olması gerek. Aksi takdirde verilen molalar boş boş harcanan ve üretkenliğe katkıda bulunmayan bir zaman dilimi olmanın ötesine geçemez. Nitekim ‘İstirahat hiçbir şey yapmamak değildir, istirahat tamirdir’ demiş, yorgunluğun sebeplerini irdeleyen yazar Daniel W. Josselyn.
Nasıl ki, ara tatilin ardından içeriğine ivme kazandıran ‘Çukur’ dizisi de, istirahatı tamir süreci olarak kullananlardan olmayı başarmış bir iş sıfatıyla ekran varlığını sürdürmekte.
Şöyle ki; ikinci sezonuna ‘Çukur’un düzenini darmaduman eden Kara kuzuların hâkimiyetinde başlayan senaryo, bölümler boyu Çeto-Mahsun ikilisinin sindirdiği Koçovalı Ailesi’nin iç karartan temposuna mahkûm etmişti izleyicisini. Salih ile Medet cephesindeki pozitif enerjiyi de Çeto tarafından tutsak edilen Sadiş’in acısıyla sıfırlayan akış, Kara kuzuların abartılı gücü ve
"Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir" demiş Efesli filozof Herakleitos. Nitekim yaşamımız boyunca bizler de gözlüyoruz, gerek toplumsal bazda gerekse dünya genelinde meydana gelen değişimleri. Gerçi bazı değişimler özde değil de görünürde oluşuyor, bazıları da olumsuz yönde gelişiyor ama… Neticede süregelen bir değişim içinde olunduğu kesin.
Nasıl ki ekran düzeni de kendi çapında bu değişim sürecini yaşamakta. Yönetmenlerin, senaristlerin sık sık değişmesi bir yana, dizilerin biri gidiyor biri geliyor… Bu değişim merakı o denli arttı ki, sera ürünleri sayesinde mevsimlik sebze-meyve kavramının ortadan kalkması gibi, sürekli ekrana sürülen yeni yapımlar yüzünden de sezon kavramının önemi ve dahi heyecanı kalmadı izleyicide.
Ara tatil yaratıp, ardından yeni bir sezona başlıyormuşçasına proje üretkenliği sergileyen kanallar ünlü isimlerin kadrolarında yer aldığı dizileri izleyici karşısına çıkartmak için birbirleriyle kıyasıya bir yarışa tutuştular adeta. Fakat devreye giren her yeni işin büyük beklentileri karşılayacak performansı sağlayamayacağı da bir gerçek. Dolayısıyla mevcut dizi tablosunda değişim yaratmaya niyetlenirken, projeleri ince eleyip sık dokumak şart. Biz