Sonbahar geldi yine! Yol alın Anadolu’nun yolcuları Anadolu’da. Pythagoras, Heraklitos, Zenon, Diojen, Protararos, Aristippos ile düşüne düşüne, arına arına aydınlanın.
Zaman zaman felsefe, mitolojiden ödünç kavramlar alır; Psykhe gibi... Miletli düşünür Anaksimenes’in anahtar kavramı havadır; Tales’inki su, Anaksimandos’un “Her şey aslına dönecektir” dediği sonsuzluk ve Heraklitos’unki ateş… Anadolulu can dost Anaksimenes’in hava dediği özdek bir fikir mi? Felsefe mi? Yoksa deneyselciliğe dayanan bir ileri görüş mü?
Fikir, gördüğümüz ve işittiğimiz nesnelerin üzerine çıkmış düşüncedir; oysa felsefe fikrin topyekûn tamamı değil, sadece bir görünümüdür. Anaksimenes’in yaşadığı çağda eski Yunan, yeni yeni düşünmeye başlamışken, Batı Anadolu’daki düşünürlerimiz, bilimsel deney ve gözlemlerle çok yol kat etmişlerdi. Ege’nin öte yakasındakiler mitosun hayal ürünü söylemleriyle zaman
Uygarlık düşünmekle başlar, engellemelere karşın gelişir ve nihayetinde topluma sağladığı tüm imkânlarla yaşar. Uygar düşüncenin önündeki düşman yasaklardır. Keza yeniliğe konulan tüm yasakların altında yatan sebep eskiye olan bağımlılıktır.
Uygarlık nedir? Düşünebilen, düşünmüş ve tüm düşünsel ürünlerini aktive etmiş insanların başarısıdır. Düşünce adı verilen o muazzam dünyanın hayata dair tüm eylemlerinin türlü türlü ürünüdür. Bu bağlamda uygarlık düşünmekle başlar, engellemelere karşın gelişir ve nihayetinde topluma sağladığı tüm imkânlarla yaşar. Uygar bir düşüncenin önündeki düşman yasaklardır. Keza yeniliğe konulan tüm yasakların altında yatan sebep eskiye olan bağımlılıktır: Bağlılık ve bağımlılık...
Öte yandan, bugün için düne ait olan şeyler, geçerliliğini yitirmiş dünden gelen düşünceler, geçmişin uygarlık göstergeleriydi. Zamana ve tüm mekânlara olan görevlerini tamamlayan tüm
Cami mimarisinin kendine mahsus bir yapısı, giydirilmesi ve sadelikleriyle birlikte ayrı bir ruhu vardır. Kiliseler camiye, camiler kiliseye dönüştürülmemelidirKariye “Kora”, Bizans manevi hayatının Ayasofya’dan sonraki merkezi olarak kabul edilir. Anadolu, İstanbul, Dicle ve Ayasofya gibi dişil bir kimliğe büründürülmüş olan yapı, insanoğlunun inşa ettiği dinî mimari eserler arasında en görkemli olanlarındandır. İç mekânın her bir alanına işlenen fresk ve mozaikler adeta İncil’in sayfa sayfa okunmasıdır. Hz. İsa’nın, Meryem Ana’nın ve diğer dinî portrelerin yaşam kesitleri kronolojik düzenle aktarılır; böylece ikonografi, Kariye’ye gelen inanan veya ziyaretçiye öğretmenlik, tercümanlık eder. MS 6. yüzyılda inşa edilen yapı, 1204 yılındaki Latin istilasında tahrip edilir. Kiliseye adeta can suyunu veren Thedor Metokhites’dir. Maddi ve elbette tüm manevi gücünü harcayarak dünya kültür mirasına son derece sanat değeri yüksek bir yapı bıraktığı için, şükranlarımızı sunmak isterim.
Sonbaharda yeryüzü, artık güneşin yakıcılığından yorgun düşmüş yeşil renginden kuytuda sabırsızlıkla bekleyen sarıya dönmeye başlar. Sarı kendi sırasını beklerken, düşün dünyasının insanları da aynı sabırsızlıkla bekler bu derin mevsimi
Sarı yaz yaklaşıyor bir kez daha! Yaz eğlendirir, neşelendirir ancak sığdır. Şikâyet ettiricidir her yaz mevsimi gibi. Güneş yakındır yaz mevsiminde; herkes ve her şeyin üzerine… Sonbaharda ise güneşin ışınları uzaklaştıkça üzerimizden zamanla birlikte yavaşlarız ve farkına varırız tükettiğimiz maddi ve manevi varlıkların özüne.
Kimine göre “Adalar denizi” bize göreyse Ege, yazın güneşin tüm yakıcılığına kafa tutar. Kararında tuzlu, soğuk suyuyla, geniş ovalarının bereketli ürünleriyle ve dağlarının tüm serinliğiyle tek başına başa çıkar Ege, üç ay boyunca tepemize çöken güneşle. Kıskanç ve yakıcı ay june (haziran), kendini beğenmiş july (temmuz) ve arsız august (ağustos)…
Ötesi kış…
Eylülde merhaba der sonbahar; ekimde yeniden buluştuğum
Şehirlerin dilini bilmek gerekir. Böylece onların neye ihtiyaçları olduğunu duyabilir ve o isteklere cevap vererek onların kimlik ve kişiliklerini muhafaza etmelerini sağlayabiliriz.Mimari anlamda şehirler ışınsal ve ızgara planlı olarak inşa edilmiş, planlanmışlardır. Priene antik kentinden başlayan serüven İstanbul’a kadar devam etmiştir. Birçok şehir kimliğini kaybederken, kimileri kimliklerini nispeten koruyabilmişlerdir. Kars, Edirne, Konya, Amasya, Kastamonu, İstanbul ve Bursa, bu yaklaşımla sayabileceğimiz ender şehirlerdendir. Birçok alan ve anlamda tahribata uğramalarına rağmen (insan eli vasıtasıyla insanların cehaleti yüzünden), zaman bu şehirlerin kimi noktalarında bizi halen gençleştirir.
Zaman kavramı hep gençtir, ona düşünce bazında yakın olabilen çağdaş insanlar da gençleşir ve düne ait kültürel sanatsal her şeyi hem korur hem de günün ihtiyaçlarına göre yenileyerek şekillendirir. Yenilemek demek, elbette dünden geleni yok ederek yerine yeni bir şey yapmak demek değildir; bu tür bir anlayış yıkımdır. Geçmişten gelen mimari ve
Sümela Manastırı, Meryem Ana’nın vuslat günü kabul edilen 15 Ağustos dolayısıyla dikkatleri üzerinde topluyor
Doğu Karadeniz Bölgesi, Antik Çağ öncesi Aksinos (misafir sevmeyen deniz) olarak bilinirken, akabinde Öksinos (misafir seven deniz) adıyla da anılır. Karadenizli bir coğrafyacı olan Strabon ise Doğu Karadeniz’e Pontus (deniz) ismini verir. Bölgenin her dönem önemli ticari ve dini merkezi Trabzon’dur. Başta Sümela ve Kızlar manastırları ile Ayasofya Camisi, Gazi Mustafa Kemal Atatürk Köşkü olmak üzere birçok dini, askeri ve ticari anlamda mimari esere sahip olan Trabzon, Kommenes Krallığı ve Yavuz Sultan Selim’in şehzadeliği dönemlerinde de dikkat çekici bir merkezi şehir konumundadır. Şehir merkezine bir saatlik mesafede bulunan Sümela Manastırı, ağustos ayında bulunmamızdan ötürü bu haftaki konu başlığımızı oluşturuyor. Rum Ortodoks Kilisesi, 15 Ağustos tarihini, Meryem Ana’nın vuslat (ölüm) günü olarak kabul eder. Ve son yıllarda çıkarılan özel izinle her yıl bu tarihte Sümela
“Kitab-ı Dedem Korkut Ata Taif’e-i Oğuz” adıyla bildiğimiz ve 12 hikayeden oluşan Türk dünyasının en görkemli eserinden merhaba.
Türk edebiyat tarihimizin bu ürünü; destan geleneğinden hikaye geleneğine geçişin ilk örneğidir. Öte yandan göçebe hayattan yerleşik hayata ve İslam öncesinden Müslümanlığa geçişi temalar aracılığı ile ifade etmesiyle de önemli bir kaynaktır. Anadolu’nun coğrafi olarak doğu-batı dünyasında üstlendiği köprü vazifesini edebiyatta Türk İslam dünyası bağlamında Dede Korkut hikayeleri üstlenmiştir.
Destan; halk benliğinde iz bırakan olaylar ve bunda rol oynayan kahramanlar (çekirdek), olayların dile aktarılması (yayılış) ve daha sonra yazıya geçirilmesi (derleme) olarak üç bölümde incelenir, değerlendirilir.
Destan edebiyat türü baştan sona nazımdır; halk hikayelerinde ise sadece koşmalar nazım ile yazılır. Destanlarda düşman toplum dışarısından birisi iken halk hikayelerinde toplumun içinde de düşman figürü görülür.
Anadolu toprağı her bakımdan verimlidir; antik çağlardan bu yana tarım olsun, zanaat, sanat olsun bu coğrafyada yeşerir ve kök salar. Edebi eserler veren bilgeler de bu coğrafyada yetişir: “Bilgi azaptır” diyen hemşehrimiz Ezop da öyle.
Kimilerine göre Eskişehirli, kimilerine göre Kütahyalı; kimine göre ise antik ismi “Kzikos” olan Edremit Körfezi’ndeki şehirde doğar. Muhtemelen M.Ö. 7’nci yüzyılda yaşadığı düşünülen Ezop, kahramanlarını hayvanlar âleminden seçen ilk masal “fabl” yazarıdır. “İçinde ders ya da öğüt bulunan öykü” olarak tanımlanan fabl, Ezop’un düşüncesinden Anadolu coğrafyasında ortaya çıkar. Hayatının çoğunu köle olarak geçiren Ezop, efendisi tarafından azat edildikten sonra seyahatlere çıkar ve birtakım işlerde çalışır. Hatta bir ara avukatlık dahi yapar. Günün birinde müvekkiliyle mahkemede geçen bir olay, kendi çağındaki siyasi kişiliklerin durumu hakkında insanların zihniyetlerini vermesi açısından