Şehirlerin dilini bilmek gerekir. Böylece onların neye ihtiyaçları olduğunu duyabilir ve o isteklere cevap vererek onların kimlik ve kişiliklerini muhafaza etmelerini sağlayabiliriz.
Mimari anlamda şehirler ışınsal ve ızgara planlı olarak inşa edilmiş, planlanmışlardır. Priene antik kentinden başlayan serüven İstanbul’a kadar devam etmiştir. Birçok şehir kimliğini kaybederken, kimileri kimliklerini nispeten koruyabilmişlerdir. Kars, Edirne, Konya, Amasya, Kastamonu, İstanbul ve Bursa, bu yaklaşımla sayabileceğimiz ender şehirlerdendir. Birçok alan ve anlamda tahribata uğramalarına rağmen (insan eli vasıtasıyla insanların cehaleti yüzünden), zaman bu şehirlerin kimi noktalarında bizi halen gençleştirir.
Zaman kavramı hep gençtir, ona düşünce bazında yakın olabilen çağdaş insanlar da gençleşir ve düne ait kültürel sanatsal her şeyi hem korur hem de günün ihtiyaçlarına göre yenileyerek şekillendirir. Yenilemek demek, elbette dünden geleni yok ederek yerine yeni bir şey yapmak demek değildir; bu tür bir anlayış yıkımdır. Geçmişten gelen mimari ve kültürel tüm değerlerin karakterlerini muhafaza ederek onları onarmak ve günün koşullarına cevap verebilecek eklemeler yaparken ana karaktere zarar vermemek gerekir. Eskimsi yeni veya yenimsi eski… Tıpkı Yahya Kemal’in edebiyatı gibi…
Şehirlerin dilini bilmek
Şehirlerin sözü, rengi, cinsiyeti vardır. Uzun tarihlerinde onlara insansı kişilik yakıştırmasını, yaşadığı şehirle duygusal bağ kuran kültür, sanat ve edebiyat dünyasına yakın düşünürler yapmışlardır. Bu, tanrıların dünyasını insanların dünyasına indirgemekle benzer bir serüvendir. Bu bağlamda şehirlerin dilini bilmek gerekir. Böylece onların neye ihtiyaçları olduğunu duyarız ve o isteklere cevap vererek onların kimlik ve kişiliklerini muhafaza etmelerini sağlarız. Aksi halde (son 75 yılda olduğu gibi) şehirlerin ihtiyaçları olmayan yapılaşmalarla, plan bozukluğuyla onların can damarlarını keseriz ve nihayetinde kişiliksiz bir hale -onların tüm çırpınışlarına rağmen- getiririz. Üstelik şehirlilerin de -buna paralel olarak- canlarını sıkarak onları da şehirden söküp atarız. Bir şehrin kimliğiyle haşır neşir olmuş gerçek şehirli insanlar, bu süreci tüm çabalarına rağmen engelleyemezlerken, şehirli olmaya çalışan, ama hiçbir zaman şehirli olamayan birilerinin tahribatları yüzünden şehirlerini terk etmek zorunda kalmışlardır.
Konuşan şehirler
İstanbul; dili lirik rengi elbette yeşil, kırmızı ve mavi. Yeşil Asya, kırmızı yeşil yakanın aynası olan Avrupa. İki rengin, iki yakanın ortası, maviş maviş akan Boğaziçi.
Kars; dili her türden, rengi siyah, beyaz soğuk! Lakin insanları sıcaklıklarla dopdolu.
Bursa; dili Ahmet Hamdi Tanpınar, rengi yeşilin her tonu, dile getirdiği ise buram buram Osmanlı.
Kastamonu; dili dört Anadolu velisinden biri “Şeyh Şabanı Veli”; ya rengi! Sonbaharda çok belli; kırmızımsı sarı.
Trabzon; dili kısa ve öz. Rengi göksel krallığın annesi olan Meryem’den belli: Mavi ve kırmızı. Mavi. Güneş, Ay ve Yıldız’dan bakar yukarıdan aşağıya. Kırmızı hava, toprak, su ve ateştir ki, aşağıdan yukarıya yönelerek akar.
Konya; dili elbette sufi. Bu şehirde söz, can kokusudur. Söz ki candır ve söz candan çıkmadan önce çok süzgeçten geçer. Söz bedenden hiçbir zaman utanmamalı. Öyle söz söyler ki, Konya’nın gerçek şehirlileri, can kokusu bedenlerinden ayrıldıktan sonra da söz temiz gider, ak pak yayılır herkese. Söz öyle bir sözdür ki kimseye zarar vermez, kimseyi incitmez; dedikodu adlı leş, bu sözlerden utanır da yanlarına yaklaşamaz. Bu şehrin sufi adlı pir ve aynı zamanda çocuk kalabilmiş canlarına sorarsanız, nereye gidiyorsun? Seni özlemeye derler. Sözde ayrılık olmaz, özleme derdi olur. Rengi gri Konya’nın. Hem tevazu hem hoşgörü adlı her şeyi boyar.
Biz yolcular bu şehirlerde renklere büründük, dillere yaklaştık yol boyu ve süresince. Gelin canlar! Anadolu’nun renklerine renk katın, dilleriyle tanışın. Yol alın renkli renkli, konuşun dağlarla, nehirlerle, şehirlerle ve kendinizle her türlü dilden...