TÜRKİYE'de yaşayanların en büyük hayallerinden biri de kendileri ya da çocuklarının yabancı dil öğrenmesidir. Çocuklara çocukluklarını, gençlere gençliklerini unutturan sınavlar hep bu yüzdendir.
Üniversitelerin Türkçeyi bırakıp İngilizce eğitime yönelmeleri, Anadolu liseleri ve kolejlerden sonra süper liselerin açılması, neredeyse her köşe başında bir yabancı dil kursunun öğrenime başlaması, Filipinli dadılar, ilköğretim okulu birinci sınıfa kadar inen yabancı dil dersleri, gazetelerin traj sorunu yaşadıkça verdikleri yabancı dil setleri, hep yabancı dil açlığını tatmine yönelik.
Pasta büyük olunca kavgası da büyük oluyor. Son yıllarda bu konudaki en büyük pazar kavgası üniversitelerle yabancı dil kursları arasında geçiyor. YÖK ve Maliye Bakanlığı her ne kadar, devletin binasını, ışığını, hocasını kullanıp özel kurs açmanın yasak olduğunu ısrarla duyursa da, üniversiteler bildiklerinden şaşmıyor. Bugüne kadar, onlar yabancı dil kursu açıyor, dershaneler mahkemeye veriyordu. Şimdi devreye Milli Eğitim Bakanlığı da girdi. Bakanlık yayımladığı genelgelerle,
KADİRŞİNASLIK en kutsal duygulardan biri. Ama nedense pek hatırlanmaz. Hele hele hayattayken birilerini, yaptıkları için takdir etmek alışılagelmiş bir durum değil. Genelde yazmaktan, okumaktan çok konuşmayı seven, eleştiren bir toplumuz...
İşte böyle düşüncelerle gittiğim Düzce'de olağanüstü sıcak bir ortamla karşılaştım. Henüz birinci yaşını kutlayan aylık haber dergisi Flaş, 1995'te habere giderken elim bir trafik kazasında yaşamını yitiren yerel televizyon muhabiri Ruhiye Üner'in anısına bir yarışma açmış, ayrıca bir de panel düzenlemişti. Ruhiye'yi sevenler hep oradaydı. Bakanlar, milletvekilleri, öğrenciler, yerel yöneticiler, öğretmenler, esnaf ve sendikacılar, bir sevgi ve hoşgörü sembolü haline gelen Ruhiye'yi konuşuyorlardı.
"Televizyon ve gençlik" konulu yarışma ve panel onun adına düzenlenmişti. Ayrıca bir de yerel bazda araştırma yapılmış. Her şey öylesine dolu dolu ve samimiydi ki, büyük kentlerde yitirilen duyguları, çok geçmişte kalmışçasına yeniden hatırlatıyordu.
Konuklara sunulan tüm yiyecekler, Ruhiye'yi
MİLLİYET bütün yazı Güneydoğu'da geçirdi. Terörün gölgesinde yasak kentler haline gelen Şırnak, Batman, Diyarbakır, Siirt, Şanlıurfa, Van ve Hakkari'de bölgenin sorunlarını yerinde tespit edip gazete manşetlerine taşıdı.
Milliyet'in attığı bu cesur adım, 20 yıla yakındır silahların susmadığı Güneydoğu için yeni bir başlangıç oldu. "Haydi Güneydoğu'ya" kampanyası, politikacıların yaptığı gibi bir şov harekatı değildi. Kamuoyu da tüm kişi, kurum ve kuruluşlarıyla tıpkı Milliyet gibi Güneydoğu'yu bağrına bastı. Milliyet'in ardından Güneydoğu'ya birbiri sıra heyetler gitti. Kimler yoktu ki: Sanatçılar, işadamları, sanayi ve ticaret odaları, bankalar, öğrenciler, diplomatlar...
Hemen herkes Güneydoğu için bir şeyler yapma yarışı içindeydi. O dönemde telefonlarımız, fakslarımız hiç susmadı. Yurt içinden, yurt dışından hemen herkes gönlünden koptuğunca bir şeyler yaptı. Kimi sadece sıcak duygularını dile getirdi, kimi de kitap, giyecek, okul malzemeleri, para bağışında bulundu.
Milliyet öncülüğünde gerçekleştirilen "Şark'ı Söylüyoruz" kons
İSTANBUL Üniversitesi İletişim Fakültesi öğrencilerinin oylarıyla belirlenen "Yılın İletişimcisi" ödülleri dün sahiplerini buldu. Bu onurlu ödülü kazanan tüm kişi ve kurumları canı gönülden kutluyoruz.
Hemen hemen hepsi alanlarında tartışmasız en iyi isimlerdi. Aralarında kimler yoktu ki...
Yazılı basın dalında:
Güneri Civaoğulu, Abbas Güçlü, Osman Ulugay, Muammer Elveren, Hıncal Uluç, Vedat Okyar, Coşkun Aral, Doğan Hızlan.
Televizyon dalında:
Uğur Dündar, Ali Kırca, Gülgün Feyman, Hulki Cevizoğlu, Şansal Büyüka, Barbaros Yüksel, Bilal Özcan, Tayfun Talipoğlu, Mehmet Ali Erbil, Beyaz, Serdar Erener, Süheyl - Behzat Uygur
Halkla İlişkiler dalında:
Hemen her gün onbinlerce servis aracı, onbinlerce kilometre yol katediyor. İçlerinde mini minnacık öğrenciler dolu. Sabahın köründe, daha gün doğmadan yollara çıkıyor, akşamın alaca karanlığında evlerine dönüyorlar.
Fabrikada çalışan işçiler, memur anne babalar, öğretmenler, özel iş sahipleri, esnaf bile bu kadar eziyet çekmiyor. Kim sabahın 6'sında kahvaltı etmeden yollara dökülüyor? Kim gık demeden sanki çekilesi bir cezaymış gibi böylesine bir eziyeti kabulleniyor?.. Sadece ve sadece mini minnacık öğrenciler...
Başta anne - babalar, öğretmenler, yöneticiler, psikologlar, doktorlar olmak üzere kime sorsanız, "Olmaz böyle şey. Bu yanlış hemen düzeltilmeli" diyor. Ama bu arada kanayan bu yara kronikleşerek devam ediyor.
Haber bültenleri ve gazeteler dün Edirne'de yaşanan servis faciasıyla doluydu. 20 kişilik servise tıkış tıkş doldurulan 38 öğrencinin geçirdiği kazanın kanlı görüntüleri yürek parçalıyordu. 6'sı oracıkta yaşamını yitirdi. Onlarcası da yaralı. Hepsine acil şifalar diliyoruz...
YÖK'ün kılıcı, şu günlerde Demokles'in kılıcından daha keskin. Üstelik baş üzerinde gezinmekle kalmayıp kafa da koparıyor.
12 Eylül sonrasında yaşanan 1402'likler serüveninden sonra, ilk ciddi kıyım şimdi yaşanıyor. Yarın kaç öğretim üyesi daha görevden alınır hiç belli değil...
YÖK uygulamalarının haklılığı, haksızlığı ayrı bir tartışma konusu. Ne YÖK'ün her yaptığına karşı çıkanlar gibi peşin fikirliyiz, ne de Gürüz'ün "Biz yaptık oldu" dayatmasının doğru olduğuna inanıyoruz.
Ama ortada bir gerçek var: O da YÖK'ten sonra üniversiteler giderek bir batağın içine sürükleniyor...
Fazla uzağa gitmeye gerek yok. Son üç yılda 6 rektör ve onlarca dekan irticai suçlamalar nedeniyle görevden alındı. Çanakkale 18 Mart Üniversitesi Rektörü Abdurrahman Güzel'i, Kırıkkale Üniversitesi Rektörü Beşir Atalay'ı, Denizli Pamukkale Üniversitesi Rektörü Mehmet Arif Akşit'i, Afyon Kocatepe Üniversitesi Rektörü Şehabettin Yigitbaşı'nı ve peş peşe görevden alınan Şanlıurfa Harran Üniversitesi rektörleri Servet Arman
SON yılların en komik olayını yine "baba" gerçekleştirdi. Radyo, TV, gazete ve dergilerde gün geçmiyor ki, çiçeği burnunda devlet sanatçılarını tiye alan görüşler ortaya konmasın.
Ödüllerin, hele hele devlet ödüllerinin itibarı böylesine ayaklar altına alınamazdı. Ama Baba, pek çok konuda olduğu gibi yine zoru (!) başardı ve bu onurlu ödülü, tartışmalı hale getirdi.
Baba, böyle bol kepçe ödüller dağıtıp, yine bol kepçe ödüller alırken, göreve getirdikleri de birbirlerini yemekle meşgul. YÖK dün bir rektörle, bir dekanı görevden aldı. Rektörün görevden alınışının gerekçesi "çevresiyle uyumsuzluğu". Dekanınki ise irticai faaliyetlerin içinde yer alması...
Sanki Şanlıurfa rektörünü YÖK önermedi. Sanki onu o göreve Cumhurbaşkanı atamadı. Tıpkı daha önce görevden alınan diğer rektörler gibi. YÖK ve Cumhurbaşkanı, bir yerde bir yanlış yapıyor, ama nerede? Atarken mi, yoksa görevden alırken mi?..
Van 100. Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı Dursun Odabaşı ise sadece görevden alınmakla kalmadı.
MİLLİYET olarak üç yıldır bir yarışmaya ev sahipliği yapıyoruz. Partnerimiz de Amerikan Büyükelçiliği Basın ve Kültür Merkezi. Yarışma üniversite öğrencileri arasında gerçekleşiyor ve konular da güncel ve evrensel sorunlardan seçiliyor.
Önceki yıl "çevre sorunlarını", geçen yıl "demokrasi kültürü ve hoşgörü"yü, bu yıl da İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nin kabul edilişinin 50. yılı vesilesiyle "insan hakları" konusunu ele aldık. Amacımız hem dünyanın üzerinde hassas olduğu konulara öğrencilerin dikkatini çekmek, hem de gençlerin bu konulara duyarlılığını artırmaktı. Ama üç yıldır gördük ki, o, pek bir yerlere koyamadığımız, TV ekranlarından sürekli olarak polisten dayak yerken gördüğümüz üniversite gençliğinin farklı yönleri de var.
Evrensel değerlere sahip çıkan gençlerin sayısı ve duyarlılıkları giderek artıyor. Bu ülkemiz açısından memnuniyet verici. Bir de yaratılan kötü imajdan kurtulup kendilerini daha iyi anlatabilseler çok daha memnun olacaklar.
Daha önce olduğu gibi dün de birbirinden değerli üç gence ödüller verildi.