Çoğu zaman futbol için ülkenin aynası denir. Bence bu ifade yanlış değil ama eksik. Zira sadece futbol değil ülkedeki hemen hemen her gelişme o ülkenin geneli ile paralel seyrediyor ve tıpkı borsacıların çok iyi bildiği Bollinger Bantları’nın işleyişi gibi, ülke standartlarının altında veya üstünde seyreden gelişmeler zaman içinde yine bu bantların içine çekilip ortalamaya koşut hale getiriliyor.
Fakat biz yine futbol penceresinden bakarsak en büyük benzerliği pek yakında yaşanacak Fenerbahçe ve Türkiye başkanlık seçimlerinde görebiliriz. Ülke ile kıyaslandığında Fenerbahçe’deki seçim teferruattan öteye gitmez elbet ama bu durum karşılaştırma yapmaya engel değil.
İki seçimde de, bir tarafta çok uzun yıllardır görevde olan bir başkan ile sadece son dönemde onun karşısına çıkan yeni bir aday veya adaylar var. Bu anlamda iki seçimde de mevcut durumu korumak isteyenler ile yenilikçiler mücadele edecek ve oylar bu anlayışlara göre verilecek. Bu nedenle, hafta sonu Yıldırım diyecek Fenerbahçe kongre üyeleri genel seçimlerde de muhtemelen mührü Erdoğan’ın hanesine vuracak; Koç diyenlerin tercihi ise İnce veya Akşener olacak gibi görünüyor.
Seçimler öncesi sosyal medya dikkate
Fenerbahçe’de kritik kongreye sayılı günler kala bir yanda Yıldırım diğer yanda da Koç taraftarları saflarını oluştururken bu iki grup birbirlerine adeta diş biler hatta küfür eder duruma geldi. Bunlar doğru işler değil; öncelik Fenerbahçe olmalı.
Bu seçimde kriterin kişilerin kendileri değil, Fenerbahçe’ye ne kadar fayda sağlayacakları olması gerketiği unutuluyor gibi. Bu bağlamda geçenlerde Rıdvan Dilmen “gönlüm Aziz Yıldırım’ın göreve devam edip daha sonra kendi rızasıyla görevi Ali Koç’a vermesinden yana” dedi. Siz de böyle düşünüyor olabilirsiniz ama benim buna üç ayrı noktada itirazım var.
Bir, bu seçim bir gönül değil, akıl ve mantık işi olmalı. Gönül sizi aşık veya romantik yapabilir ama futbolda (hayatta da öyle) aklıyla hareket edip doğru işler yapanlar başarılı olur. Eğer Aziz Yıldırım’ın göreve devem etmesinin Fenerbahçe’ye gerçekten faydalı olacağı düşünüüyorsa bu düşünce nedenleri ile birlikte ortaya konmalı. Aksi takdirde iş kişiselleşmiş oluyor.
İki, Fenerbahçe’nin başkanlık makamını Aziz Yıldırım’ın rızasına mahkum etmek ancak Yıldırım’ı kulüpten üstte veya kulübün sahibi olarak görmekle açıklanabilir.
Üç, eğer başkanlığın Ali Koç’a devredilmesi
Toplum olarak yaptığımız çok genel bir hata var. Olayları veya kişileri eleştirirken onları kendimizin dışında tutuyor, eleştirileri aslında kendimize yaptığımızı fark etmiyoruz. Bu durum trafikten tutun da, iş yerlerimize kadar hayatımızdaki her olay ve kişi için geçerli ama bu yazının konusu Fatih Terim.
Fatih Terim’i eleştirmeyenimiz yok gibi. Onun davranışları, kabadayı tavrı, hele hele yazın karıştığı olay düşünüldüğünde onu eleştirmek değil eleştirmemek hata olur. Fakat bir yandan onu beğenmeyip diğer taraftan da onu geçemeyince hem bu eleştiriler anlamsızlaşıyor hem de aslında kendi eksikliğimizi beyan etmiş oluyoruz.
Fatih Terim dokuz sezondan az görev yapmasına karşın bu süre zarfında yedi kez şampiyon oldu. Bu rakam Galatasaray’ın tüm şampiyonluklarının üçte biri ve şampiyonluk sayısı hesaplama yıllarının tartışması bir tarafa, demek oluyor ki Galatasaray Terimsiz elli sezonda kazanılan başarının yarısına Terim ile dokuz sezonda ulaşmış; UEFA Kupası ve Süper Kupa da bunun cabası.
“Efendim biz Terim’in kariyerini değil davranışlarını eleştiriyoruz” açıklaması da bu nokta da geçer akçe değil. Zira davranışları bu kadar eleştiriye açık olan bir kişiden daha
İki teknik direktörün çok ortak yanı var. Hemen söylemek lazım, Morinyo önceden böyle değildi, evrildi biraz. Fakat neticede Kocaman da, Morinyo da oynattıkları negatif futbol nedeniyle bırakın diğerlerini kendi taraftarları tarafından dahi beğenilmiyor.
İşin istatistik tarafı televizyon kanallarının izlenme oranlarını hesaplaması gibi; ne sonuç istenirse onu verecek veri bulunabilir. En başta iki teknik adamın takımı da liglerinde ikinci sırada ve bu sıralama hiç de fena değil. Ayrıca rakibe az pozisyon verme, hücum sonlandırma yüzdesi gibi alanlarda ikisinin de maşallahı var. Bunca savunma önceliğine karşın attıkları gol sayıları rakiplerine kıyasla oldukça iyi (hatta Fenerbahçe ligin en çok gol atan takımı) fakat İngilizlerin tabiriyle günün sonunda iki teknik adam da taraftarlarını tatmin edemiyor. Bu tatminsizliği taraftarın sorunu olarak görüp yola devam edebiliriz ama bu iki açıdan yanlış olur: bir, taraftar sahip oldukları uzun dönem hafızası ile çok başarılı kıyaslama ve değerlendirme yapar; iki, taraftarı stada getiremezseniz başarılı da olsanız bunun kıymeti kalmaz.
Kocaman ve Morinyo, Fenerbahçe ve Man.Utd. değil de Sivasspor ve Börnli teknik direktörleri
Cümle alemden farklı işler yapar, gizliden gizliye "bu işi en iyi ben biliyorum" der ve adeta herkese meydan okursanız başarısız olduğunuzda derdinizi anlatacak kimse bulamazsınız. Hele bir de o başarısızlığı şanssızlık, rakibin kötü niyeti, yorgunluk veya hakem gibi dış etkenlere bağlarsanız maalesef komik duruma düşersiniz.
Fenerbahçe için bu sezon herkes ayrı, Aykut Kocaman ayrı düşündü ve düşünüyor. (Bir de Kocaman'ı sevdikleri için sırf o üzülmesin diye onun yaptıklarının doğru olduğunu göstermeye çalışanlar veya hiçbir şey düşünmeyenler var ki onlar bu cümle için kapsam dışı) Bu görüş ayrılığının temel nedeni de malum oyun anlayışı. Bu sezon en az on maçta olduğu gibi kupa finalinde de Fenerbahçe "klasik" taktiğini uyguladığı anda gol yedi, hücum gücünü artırdığı anda gol attı. Fakat dünkü maçta bu iş bir seviye daha yukarı taşındı zira sarı lacivertliler gol attıktan sonra eski taktiğe dönünce yine gol yedi!
Futbolda işler aslında böyle yürümez. Oyunda çok sayıda değişken olduğu için her hamlenin sonucunu bu kadar net göremezsiniz. Fakat üzerinde oynadığınız değişken taktik anlayış gibi temel bir unsursa durum adeta bilimsel bir deneye dönüşebilir ve ne yazık ki
Bu sezon bir çok maçtan sonra yapılan “ilk kırk beş dakika boşa gitti” yorumu Bursaspor maçı için de geçerliydi. Fakat bu kısır geçen devrenin ardından ikinci yarı hiç de düşünüldüğü gibi Fenerbahçe’nin sazı eline alıp, sağlı sollu ataklarla rakibi bunaltmasına değil iki tarafın da çok pozisyon bulup galibiyete eşit uzaklıkta olmasına sahne oldu.
Bu durumun en önemli nedeni Mustafa Er’in, daha önce hiçbir rakip teknik direktörün yapmadığı bir hamle olarak, Valbuena oyuna dahil olduktan sonra takımını daha ileri çıkarıp Fenerbahçe’ye ön alanda baskı yapmasıydı. Bu şekilde hem Fenerbahçe’nin oyun kurmasını zorlaştırdılar hem de kazandıkları toplarla ciddi pozisyonlar yakalayıp neticede maçın beklendiği gbi tek kale geçmesine izin vermediler.
Akhisar Maçı
Sarı lacivertlilerin şampiyonluk şansı az da olsa devam ediyor ama eğer bu başarılamaza Kadıköy’de kaybedilen Akhisarspor maçının hafızalardan çıkması bir hayli zor olacak. Zira o yenilgi hem bir hafta önce Beşiktaş maçını puansız kapatmanın üzüntüsünü ikiye katladı hem de yine Akhisar’da kaybedildikten sonra yenilgisiz geçilen beş ayın kazanmlarını nededeyse tamamen ortadan kaldırdı.
Bu yenilgiden sonra yine bir seri
TFF'nin (veya kararı her kim verdiyse) yarım kalan derbi ile ilgili kararından daha önemlisi bu kararın nasıl karşılanacağıydı; o karşılama maalesef beklendiği gibi oldu. Fenerbahçe'nin lehine gibi görünen bu karadan sonra Beşiktaş cephesi "maça çıkmayacağız" diyerek gemileri yakma noktasına gelirken sarı lacivertlilerden hatırı sayılır yükseklikte bir ses çıkmadı.
Bir an için kararı aynı tutup tarafları değiştirelim. Bu durumda sizce Fenerbahçe taraftarının ve yönetiminin tepkisi bugün Beşiktaş'ınkinden, Beşiktaş taraftarının ve yönetiminin tepkisi de bugün Fenerbahçe'ninkinden farklı olur muydu? Yüzde doksan dokuz olmazdı. Kuvvetle muhtemel bu durumda, o sosyal medyada birbiri ardına yayımlanan ve kendi haklılıklarını gösteren fotoğraflar, videolar, yorumlar yüz seksen derece yön değiştirir, aynı kişiler aynı konuda şimdi iddia ettiklerinin tam tersini söylerdi. Demek ki bizim bizim sorunumuz kararlardan ziyade kararların bizim lehimize veya aleyhimize olması. Demek ki biz her defasında göğsümüzü gere gere bahsettiğimiz "adaletten" değil içinde bulunduğumuz ve her fırsatta onu güçlendirmekten geri kalmadığımız adaletsizlikten pay alma peşindeyiz. Eğer böyle olmasa bugün en
TFF'nin bu kez işi çok zor; aşağı tükürse sakal, yukarı tükürse bıyık. Sanıyorum tarihteki en zor kararlarını verecekler zira her iki taraf da en ufak bir taviz vermeden yüzde yüz kendilerinin haklı olduğunu iddia ediyor ve karar ne olursa olsun aynı oranda tepki görecek.
İyi ama aynı olayda nasıl oluyor da iki taraf da kendi lehlerine hükmen galibiyet gibi en uç kararı isteyebiliyor?
Sahaya yabancı madde atılması sıradan bir taraftar terörü müydü yoksa komplo mu?
Şenol Güneş'in dikişleri gerekli miydi yoksa abartı mi?
Kalkavan mı maçı tatil etti yoksa Beşiktaş mi sahadan çekildi?
Bu taban tabana zıt yanıtları olan sorular uzar gider ama işin garipliği yanıtların görülenlere göre değil gözlerdeki sarı lacivert veya siyah beyaz filtrelere göre değişmesi. Aynı şeyi görüp onu yüz seksen derece farkı algılıyoruz ve sonra sadece adalet istediğimizi iddia ediyoruz. Bu çok garip.
Benim için yarın ne karar verileceğinden ziyade tüm düşünce sistemimizi esir almış ve adeta dudaktaki bir mukosel gibi zamanı gelince ortaya cikan bu çürümüşluk önemli ve üzücü. Bu düşünce bozukluğunun sportmenlikle uzaktan yakından ilgisi olmadığı gibi içinde düpedüz haksızlık talebi var.
Geçenl