"Onlar" olmayınca, “biz” diye bir şey de olmuyor, olamıyor. Bunu bana fark ettiren, sağ olsun NATO oldu. Zira şu an kopan fırtınanın altında, NATO için “onlar” diye bir kavramın olmaması yatıyor.
Çarpışan tehditler
Hatırlarsanız, Fransa Cumhurbaşkanı Macron bir ay önce “NATO’nun beyin ölümü gerçekleşti” deyivermişti. Bunun üzerine de arası Almanya Başbakanı Merkel ve ABD Başkanı Trump’la açılmıştı. Önümüzdeki hafta Londra’da yapılacak NATO zirvesi öncesinde ise işler iyice kızıştı. Bu hafta önce ABD, NATO Konseyi’nin savunma planında YPG-PKK’nın tehdit olarak yer almasına itiraz etti. Ankara da karşılığında Rusya’ya karşı Baltık ülkeleri için hazırlanan güvenlik belgesine karşı çıktı.
Bu restleşmenin gölgesinde, bir yandan da Macron bir anda NATO’ya karşı salvolarını artırdı. Hafta içi NATO Genel Sekreteri Stoltenberg ile görüşmesinden sonra çıktı ve İttifak’ın Rusya ile yeni bir ilişki kurması gerektiğini, artık kendini yenilemek zorunda olduğunu söyledi. Yetinmedi, Türkiye’yi topa tutu. “Barış Pınarı harekâtını tek taraflı yaptığı için, NATO’dan dayanışma bekleyemez” dedi.
Ankara da, bu yıl YPG temsilcilerini Paris’te ağırlayan Macron’a “terör hamisi” diyerek rest çekti.
***
İşte tüm bu gerilimin altında yatan şu: Bugün NATO’ya üye ülkelerin karşı karşıya oldukları tehditler birbirinden çok farklı. PKK ve onun Irak-Suriye’deki uzantısı Türkiye için baş tehdit iken, ABD ve Fransa için bir ortak. Doğu Avrupa için Rusya en büyük tehdit iken, Türkiye için bir müttefik.
Oysaki NATO, Soğuk Savaş döneminde Batı’nın Sovyet Rusya’ya karşı kurduğu bir savuma örgütü olarak ortaya çıktı. Yani tehdit, tek bir devlet ve belli bir coğrafi bölgeydi. Şimdi ise her ülke kendi havasında. Dahası, bugünün tehditleri küresel. Terör, mülteci sorunu, siber güvenlik, kitle imha silahları, iklim değişikliği gibi. Bunlar da NATO dışındaki ülkelerle de iş birliğini zorunlu kılıyor.
Türkiye ile
Peki, bu durumda NATO ne yapacak? Telefonda konuştuğum EDAM (Ekonomi ve Dış Politika Araştırmalar Merkezi) Başkanı Sinan Ülgen, NATO Savunma Koleji’nin danışma kurulunda görev almış eski bir diplomat olarak, NATO’nun dünyanın en başarılı savunma örgütü olduğunu söylüyor. Bu başarısını da “caydırıcılığına” bağlıyor. Malum, örgüt bir üyesine yapılmış bir saldırıyı tüm üyelerine yapılmış sayıyor. Ülgen, “Bu sayede kuruluşundan bugüne kadar NATO’nun hiçbir üyesine hiçbir ülke saldıramadı” diyor.
İşte bu yüzden İttifak’ın kalıcı olacağına inanıyor. Ancak diğer yandan, Brexit örneğinin gösterdiği gibi, AB ve NATO gibi 20. yüzyılın kurumları kendilerini yenilemedikleri sürece erozyona uğramaya mahkûmlar. NATO farklı tehdit algılarına yönelik farklı bir sistem oluşturmazsa, ister istemez “mevzu dışı” kalacak.
Dünyanın gidişatı da aslında NATO’ya alarm veriyor. Hızla yükselen Çin, yarın öbür gün Batı’nın birbirine kenetlenmesine yol açacak. Kaldı ki ABD ile Avrupa’nın arasını açan Trump, Macron gibi liderler de gelip geçici. Gelecekte ortaya çıkan yeni dünya denkleminde, yeni liderlerin yeni stratejiler belirlemesi kaçınılmaz olacak.
***
İşte tam da bu noktada Türkiye’nin örgüt için kritik önemi ortaya çıkıyor. NATO’nun tek Müslüman üyesi olarak, Türk ve Müslüman coğrafya üzerindeki etkisi başka hiçbir ülke tarafından doldurulacak gibi değil. Batı’nın boğuştuğu ırkçılığa ve göçmen / İslam düşmanlığına derman olabilecek, dengeyi kurabilecek tek ülke de Türkiye. 2009-2013 yıllarında NATO’nun Başkomutanı olan Amerikalı Amiral James Stravridis, temmuz ayında şöyle demişti:
“Türkiye Doğu ile Batı arasında bir köprü değil, uzun vadede kendi başına bir güç merkezi. Onları NATO İttifakı’nda tutmamız gerekiyor. Kopup gitmesine izin vermek tarihi bir hata olur.”
Evvelsi gün Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Fahrettin Altun’un Twitter’da, “Ancak birlikte hareket edersek NATO daha geçerli ve etkili olur” diye yazması da, Ankara’nın kendi önemine ne kadar sahip çıktığını ve Batı’yı bu gerçekliğe uyanmaya çağırdığını gösteriyor.
Türkiye’siz bir Batı sistemi sadece ağırlığını değil, varlığını da tehlikeye atar vesselam.