Doğru, Türk şarapçılığında olumlu gelişmeler var. Ama yıllar önce milli hazinelerimizi başka ülkelere kaptırmamıza neden olan cehalet burada da karşımıza çıkıyor
Türkiye için hep ‘az gelişmiş ülke’ diyorsun baba. Neden? Nedir az gelişmişlik?”
“Geçen mayısta British Museum’da çok ilgini çeken Eski Mısır bölümünü hatırlıyor musun kızım? Hani 7 tonluk Ramses heykeli falan. Bak Mısır Osmanlı İmparatorluğu’na bağlı iken, aşağı yukarı 200 sene önce İngilizler bu milli hazineleri kimsenin kılı kıpırdamadan talan etmiş ya da ülkelerine götürmüş. Sadece Mısır değil. Adamlar Yunanistan’dan koskoca Pantheon’u kapıp götürmüşler. Hep böyledir kızım. Kendi malının değerini bilmezsen başkası alır götürür. Malı kapan zenginleşir, kaptıran fakirleşir. İnsanlar arasında olduğu gibi ülkeler arasında da böyledir kızım. Malının ve kaynaklarının değerini bilmez ya da değerlendiremezsen başkaları elinden kapar. Ama daha kötüsü de var.”
“Ne gibi?”
“Kendi malını kendin talan etmen. Nasıl başkasına kızıp sandalyeyi tekmelersen ve sandalye kırıldığında kızdığın insana değil kendine zarar verirsen, biz Türkler de gavur işi falan deyip ülkemizdeki en eski ve değerli şaraplık üzüm bağlarını söküp
Aitor’un parmakları ince ve uzun. Adeta okşar gibi ayıklıyor kalkan balığını. Usul usul. Dokusunu bozmamaya, parçalamamaya özen göstererek
İngilizce konuşuyor Aitor. Ben de hafiften iğneliyorum onu, “You seem to have a deep respect for the fish. This is beyond the love of fish/Sevmenin ötesinde derin bir saygı duyuyorsun galiba balığa.” Aynen öyle...
Bir yandan dikkatini hiç bozmadan çalışıyor, diğer yandan da anlatıyor: “Birbirinden farklı lezzette ve dokuda çok parça var kalkanda. Onları birbirine karıştırmayıp, dikkatli bir şekilde ayıklamak ve her birinin farklı lezzetini iyice anlamak gerekir, kalkanın değerini vermek için.”
Pedro ve Aitor Arregui
Şimdi hikayenin başına dönelim
Burnunuzu değdirmeye bile gerek yok bardağa. Turunçgiller ailesinden sevdiğiniz ne kadar meyve varsa sanki özleri bardağın içinde
“En sevdiğin ve potansiyeline inandığın iki üzüm nedir?” diye sorsalar “Riesling vePinot Noir” derim. Kayra bunlardan yapılan kıymetli şarapları Türkiye’ye getiriyor
Tamam, anlıyorum.
“Ben pek şaraptan maraptan anlamam. Benim için iyi ve kötü şarap vardır sadece. Ama kırmızı içerim içersem de. Züppelikten de hoşlanmam. İki saat şarabı burnuna götürüp evirip çeviren tiplere gülerim” diyorsunuz.
Ama damak zevkiniz de var hani. Hanım köfteyi yoğururken lezzet versin diye azıcık kimyon eklese şıp diye fark edersiniz. Güzel bir tarhana çorbasını da kaşıklamadan önce o nefis kekremsi kokuyu uzun süre içinize çekmek büyük keyif veriyor.
Şimdi önünüzde iki şişe Alman şarabı var. Riesling üzümünden. Diyelim birincisi 2009 Donhoff. Nahe bölgesinden. İkincisi ise 1982 J.J. Prum Wehlener Sonnenuhr. Mosel bölgesinden.
Meyhanede önemli olan sohbettir. Önemli olan oradaki sohbetlerin anısıdır müdavim için. Müdavim olmaktan gelen iç ferahlatıcı güven duygusudur
Sultani’den 40 senelik arkadaşım Tacettin Necipoğlu sıra dışı bir insandır. Daha 14 yaşındayken bile büyüyüp de küçülmüş gibi aramızda en olgun ve serinkanlı olanıydı. Kolay kolay paniklemez, yaşıtlarının eli-dili dolandığı durumlarda bile soğukkanlılığını ve nesnel analiz yeteneğini elden bırakmazdı.
Ya Cengiz Yücel? Her ne kadar, cildiye gibi bir tıp alanında uzmanlaşıp bu alanda önde gelen otoritelerden biri olduysa da, inanılmaz gözlem ve sentez kabiliyetini ve kendine özgü hiciv yeteneğini bilen arkadaşları hep hayıflanmışlardır bu duruma. Eğer Cengiz matematik dalının kurbanı olmasa, yani matematiğe Allah’tan gelen kabiliyeti yüzünden hiç kursa mursa gitmeden üniversiteye giriş sınavında 7’nci gelip Çapa’ya girmese bugün Cem Yılmaz ve Ata Demirer ayarında bir komedyenimiz daha olurdu. (ayrıca Cengiz’in şahsiyetli ve Eski Roma imparatorlarını andıran burnu da kendisine bu alanda büyük artı olurdu)
Böyle sıra dışı arkadaşlar ve onların eşleri, dostlarıyla birlikte olursanız nereye gidersiniz?
Eğer Kadıköy’de cehennem sürücülerinin kullandığı arabalar sizi ezmeden yolun karşısına geçebilirseniz Kebapçı İskender’de unutulmaz bir ziyafet çekebilirsiniz
Döner kuzu eti. Kömür ateşinde pişiyor. Ne fazla kalın ne de ince kesilmiş.
Birkaç senedir Kadıköy vapur iskelesinden Kadıköy çarşısına yürüyor ya da Moda’dan vapur iskelesine yürüyerek gidiyorsanız hayatınız tehlikede demektir.
Çünkü karşıdan karşıya direkt geçilecek ışıklar mevcut değil yörede. Işıklardan karşıya geçseniz bile kendinizi yolun ortasında ve bariyerlerin önünde buluyorsunuz. En az 100 metre kaldırıma çıkıp ışıklara yürüme olanağınız yok. Trafik sıkışıklığı, yeşil ışık yanar yanmaz birden kendini rallide sanıp gaz pedalına abanan sürücüler, olur olmaz yerlerde duran taksiler ve umursamaz şekilde çok hızlı giden otobüsler arasında güç bela yürüyebiliyorsunuz. Kelleyi koltuğa alıp ışık olmayan bir yerde karşıya geçmek de mümkün ama Allah saklasın, ayağınız tökezler ya da 100 metre yarışçılarının hızının altında kalırsanız her an pestile dönmeniz mümkün.
Acaba son üç senede kaç yaya ezilmiştir Kadıköy’de? Ölenlerin aileleri ya da sakat kalanlar inanılmaz bir aymazlık içinde gerekli güvenlik
Türk mutfağını acıklı halinden kurtarmak için genç aşçılarımıza destek vermemiz gerek. Onların yaşadığı zorluklardan birini, takdirle izlediğim genç aşçı Derin Arıbaş anlatıyor
Geçenlerde ülkemizin en nezih otellerinden birinin ‘gastronomik’ lokantasında bir akşam yemeği yedik arkadaşlarla birlikte. Mutfak ekibi bizden, baş aşçı Avusturyalı.
10 kişi olduğumuz için hemen her öğünü denedik, sonra da ülkemiz adına utandık.
En iyi öğün belki 10 üzerinden 5 alırdı ama öğünlerin çoğu ancak 2 veya 3 alırdı. Eğer bu lüks otele gelen bir yabancı turist bu nezih şehirde sadece otelde yemek yese herhalde Türk mutfağının halini acıklı bulurdu.
Ama acıklı olan bizim mutfağımız değil tabii. Acıklı olan zihniyet. Lüks otellerin pek çoğu sineğin yağını çıkarmaya çalışıyorlar. Malzemeler toptan alınıp dipfrize atılıyor. Yöresel ve mevsimsel malzeme bulmak için hiçbir çaba harcanmıyor. Maliyeti kısmak için toptan ve endüstriyel ürünler satın alınıyor. Kötü malzemeden iyi yemek çıkmaz. Ama bazı aşçılar, sağ olsunlar, etleri ve balıkları kebap gibi pişirerek lezzeti iyice öldürüyorlar. Örneğin bir ıstakoz bile önce fazla haşlanıp sonra bir de fırında kurutulunca kauçuk gibi bir şey oluyor.
“Demek Türksünüz. Bir Marsilyalı Fransız olarak sizden Marsilya ve Fransa adına özür dilerim”
Bu sözlerin sahibi, orta yaşın biraz üzerinde, keçi sakalı özenle taranmış, noktalı lacivert fuları ve tütün renkli kadife ceketini kendisine çok güzel yakıştırmış, ince ve uzun boylu, yakışıklı bir bey. Karşısında eşi olduğunu tahmin ettiğim 50’lerindeki hanım da leopar desenli bir bluz giymiş. Ve yemek yerken de fermuarı açık Prada çantasını dizlerinin üzerinden ayırmıyor.
Çantadan sevimli, kıvırcık bir baş çıkıp, yalanmaya başlayınca durumu anlıyorum. Cici bir kaniş ama ne kanişi bilmem. Ceylan da bizimle olsa o bilir çünkü köpeklere meraklı ama eve bir köpek alma isteği, canavar annesi tarafından devamlı veto ediliyor!
Dayanamadım, konuştum
Bu nezih çiftin bize son derece arkadaşça baktığını görünce ağzımdan 1-2 laf çıkıyor: “Politikaya akıl sır ermez tabii. Küçük menfaatler bazen maalesef tarihi yanlışlara yol açıyor. Sonra da bir delinin attığı taşı çıkarmak için 40 sene uğraşıyorsun.”
Bedri Usta tam arada: Ne metropol ne taşra. Adana kebap, şiş, lahmacun güzel ama sigara kokusu, sesi açık TV can sıkıcı
Bedri Usta’nın lahmacunu İstanbul zevkine ödün vermemiş.Kuzu kıymasından, soğanlı ve oldukça lezzetli, kıtır bir lahmacun.
Bak, Hıncal Uluç’un bugünkü yazısı. Senden bahsetmiş, ‘Bedri Usta’ya gitse memnun kalır’ demiş.”
Değerli Hıncal Uluç ağabeyin adı zikredilince pürdikkat kesiliyorum. Onun kadar donanımlı, bilgisini bize özgü hiciv anlayışı ile birleştiren ve başkalarının duymak istediklerini değil, kendi doğrularını yazan kaç yazar var şu yerkürede?
Elinde Sabah gazetesi ile yanıma gelen Ömer Özgüner. Umarım “Başkasını Seviyorum” adlı; kariyer peşinde-aydın-orta yaşlı erkeklerin bitpazarını andıran karmaşık bilinçaltlarını, kendilerinden bile gizledikleri korku ve endişelerini, bastırmaya çalıştıkları cinsel güdülerini pek güzel irdeleyen romanını okumuşsunuzdur.
Romanda, sosyal duyarlılığı gelişmiş bir insan olan Sevgili Ömer’in alter-egosu olan karakter için yeni bir ilişkinin hayali belki de gerçeğin kendisinden daha çok haz veren bir duygu. Sonuç olarak iki vücudun birleşmesi bir dakikayı geçmiyor ama hayal gücü güçlü ve duyguları