“Demek Türksünüz. Bir Marsilyalı Fransız olarak sizden Marsilya ve Fransa adına özür dilerim”
Bu sözlerin sahibi, orta yaşın biraz üzerinde, keçi sakalı özenle taranmış, noktalı lacivert fuları ve tütün renkli kadife ceketini kendisine çok güzel yakıştırmış, ince ve uzun boylu, yakışıklı bir bey. Karşısında eşi olduğunu tahmin ettiğim 50’lerindeki hanım da leopar desenli bir bluz giymiş. Ve yemek yerken de fermuarı açık Prada çantasını dizlerinin üzerinden ayırmıyor.
Çantadan sevimli, kıvırcık bir baş çıkıp, yalanmaya başlayınca durumu anlıyorum. Cici bir kaniş ama ne kanişi bilmem. Ceylan da bizimle olsa o bilir çünkü köpeklere meraklı ama eve bir köpek alma isteği, canavar annesi tarafından devamlı veto ediliyor!
Dayanamadım, konuştum
Bu nezih çiftin bize son derece arkadaşça baktığını görünce ağzımdan 1-2 laf çıkıyor: “Politikaya akıl sır ermez tabii. Küçük menfaatler bazen maalesef tarihi yanlışlara yol açıyor. Sonra da bir delinin attığı taşı çıkarmak için 40 sene uğraşıyorsun.”
Sonra da konuyu değiştiriyor ve övgüye övgüyle karşılık veriyorum: “Her ülkede balık çorbasının bir biçimi var ama sizdeki kadar güzeli hiçbir yerde yok. Özellikle de Marsilya’da.”
“Ah ahh. Eskiden en az 30 lokanta vardı, ‘bouillabaisse’ denen balık çorbasının alâsını yapan. Simdi 3-4 tane kaldı. Sen çok iyi bir seçim yapmışsın. Chez Nino iyidir.”
Biraz tedirginim
Marsilya’nın hemen bitişiğindeki güzel Cassis kasabasında Chez Nino. Cassis Limanı’nda yan yana dizilmiş 10-15 balık lokantasından biri. Tarih, 19 Şubat ama hava bahar gibi. Gök masmavi ve güneş parıldıyor. Hava, 17 derece.
Pazar öğle saatleri ve sanki tüm Marsilya, Cassis’e akın etmiş. Hanımla tam bir saat uğraşıyoruz park yeri bulmak için. Tüm otoparklar dolu. Saat 14.00 civarında lokantaya geldiğimizde iyice acıkmışız. Fransızlar, genelde 14.00’den sonra öğle yemeğine kabul etmezler. O yüzden biraz tedirginim.
40’lı yaşlarda, balıkçı yakalı, siyah kazaklı, son derece ‘fit’ biri bizi gülerek karşılıyor kapıda. Adı, Bruno. Burayı efsanevi balık çorbası lokantası yapan Nino’nun oğlu. Kızmak şöyle dursun bizi hem teselli hem tebrik ediyor. Park yeri bulduğumuz için tebrik ediyor. Köşedeki denize nazır masayı işaret ediyor: “Sizi buraya alacağım ama masa temizlenene kadar buyrun birer kadeh şampanya ikram edeyim size.”
Sarımsak baştan çıkarır
Şampanya içerken mönüye göz gezdiriyorum. İki balık çorbası var: Bouillabaisse ve Bourride. Her ikisi de iki kişilik ve adam başı 43 euro. Bruno farkını açıklıyor: “Kullanılan balıklar aynı, altı balık. Üç tanesinin Türkçesini biliyorum; dülger, lipsoz, fener. Diğer üçünü bilmiyorum; galinella, vive arignee ve baudroie. Bouillabaisse safranla hazırlanıyor, bourride ise bol sarımsak ve kremayla.”
Bol sarımsak! Beni baştan çıkarır. Birkaç kez bouillabaisse yedim Fransa’da. Bu sefer bourride ısmarlıyorum. “Hangi şarabı tavsiye edersin?” diye soruyorum Bruno’ya. İçmeyi severmiş ama şarap konusunda iddiası yok. Bana bırakıyor.
Sarımsaklı balık çorbasıyla aromatik ve meyvemsi bir şarap katiyen olmaz. Ben de ‘ugni blanc’ üzümünden ve lokantanın birkaç kilometre ötesindeki bağlardan gelen bir Cassis ısmarlıyorum, 32 euro’ya.
Oturur oturmaz önümüze minik kızarmış ekmekler (kruton) ve bir nevi tarator geliyor. Patates püresi, bol sarımsak ve zeytinyağı... Önce koca bir kase içinde çorba gelip tabaklarımıza aktarılıyor. Sonra da altı çeşit balık bir tepside sunuluyor. Bazıları bütün bazılarıysa fileto. Kızarmış ekmeklerin üzerine taratoru sürüp çorbaya atıyorsunuz. Çorba, mis gibi. Oldukça koyu kıvamlı. Krema çok yakışmış balık çorbasına.
İki kişiye üç kilo balık
Arkadan kılçıkları ayıklanmış balıklar geliyor. Balıklar ince kesilmiş ve haşlanmış patateslerin üzerine yerleştirilmiş. Balıkları azar azar çorbaya ekliyorsunuz. Çorba boşaldıkça genç ve güzel bir kız, sıcak kaseyle gelip çorbanızı yeniliyor. Bu rutin, en az altı kez tekrarlanıyor yemek boyunca.
Kaya ve derin deniz balıkları inanılmaz taze. Çorba inanılmaz lezzetli. Çıtır ekmekler ve tarator da lezzete lezzet katıyor.
Son derece sek olan şarap da çok iyi gidiyor bu çorbayla. Sarımsağa karşı koyuyor ve damakta adeta tatlımsı bir lezzet kalıyor.
Siesta zamanı
İki saat sonra Bruno yanımıza geliyor, “Hayat güzel değil mi?” diyor. Yazının başında bahsettiğim, beyefendi benim yerime cevap veriyor: “Şimdi siesta zamanı!” O da kolay. Lokantanın üzerinde, aynı bir gemi kabini gibi düzenlenmiş küçük ama rahat ve nefis manzaralı üç oda var Nino’da. İki dakika için gözlerimizi kapatıp iki saat mışıl mışıl uyuyoruz hanımla. Uyandığımda cennette gibi hissediyorum kendimi.
Saat 19.00’a geliyor. Güneş batıyor. Aşırı kalabalık liman boşalmış. Herkes evine dönmüş pazar akşamı. Ben de bomboş sokaklarda dolaşmak yerine pencerenin önündeki minik çalışma masasına oturup bu yazıyı kaleme aldım...