Kadın ve erkeğin beyinlerinin yapısal farklılıklarının, ilişkilerini başlatma, arkadaşlık, flört etme, sevgili olma ve evlilik gibi her türlü ilişki biçimlerini nasıl etkiledikleri bilimsel olarak oldukça kapsamlı bir biçimde ortaya konmuştur. Cinsler arasındaki farklar birbirlerine karşı davranışlarını da belirlediğinden, dikkate alınması gereken bir durumdur. Evrimsel süreçde yaşananlar beynin yapısal gelişimi konusunda cinsiyetler arası farkı belirlemede önemli sonuçlar doğurmuştur ve tüm kültürlerde bu farklar sabit görünmektedir.
İlk fark erkeğin babadan Y kromozomu alması ve böylece iki hormonun patlamasıyla başlar. Testesteron erkek beyninin nesnelere, eylemlere ve rekabete daha meraklı, yön duygusu, üç boyutlu görme ve matematik konusunda daha iyi olmasını sağlar. Buna ek olarak beyinde seks ile ilgili bölgeyi güçlendirir. Bu bölge erkeklerde kadınlara göre iki kat daha büyüktür. Gerçekten de erkekler cinsellikle daha fazla ilgilidir. Testesteron seviyesi yüksek kadınların libidosunun daha yüksek olduğu da bilinmektedir.
Testesteron olmadığında beynin dil ile ilgili kısımları daha çok gelişir, bu yüzden kızlar konuşmaktan hoşlanır, erkekler top yakalamaktan.
Erkeklerde vücut
Yakınlık korkusu insan ilişkilerinde sevgiye duyulan büyük özlem ve açlığa rağmen yaşanan bir durumdur. Yakınlığın hissettirdiği yakıcılık o kadar can acıtıcı olabilir ki, içinde olmayı bırakın yakınından bile geçilmek istenmez. Bedeli daha yalıtılmış bir yaşam biçimi veya cansızlaşmış bir kendilik olsa da başka türlüsünü yaşamaya izin vermeyen şey "KORKULARIMIZDIR"; çocukluğumuzdan miras kalan...
Çocuk dünyaya geldiği ilk günden itibaren sevgiyi gösterenlere bağlanıyorsa, sanatın tüm dalları en çok sevgi temasını işliyorsa, ve en çok ilgi kendi yazdığım yazılarda da gördüğüm kadarıyla(binlerce kez tıklanma) sevgi ve aşk içerikli olanlara oluyorsa bütün motivasyonların kaynağı orası değil mi?
Sevginin anlamı, bir diğerinin varlığını olduğu gibi kabul etmek ve değer vermektir.Ancak bunu yapabilmek kişinin kendi gelişiminin de onaylanması ve değer görmesiyle mümkündür. Her türlü ilişki insanın kendi üzerinden yaşadığı birşeydir. Yani ben kendimi değerli ve sevilesi buluyorsam, kendimden keyif
Erkeklerde boşalma sonrası görülen garip ruh hali, yabancılaşma ve partnerinden uzaklaşma hali olarak bilinen ve kadınların da bu durumdan hoşlanmayıp erkeklerle ilgili nahoş etiketler kullandıkları insanlık hallerinden biridir. Bu durumu yaşayanların bizzat kendilerinin birbirinden renki açıklamaları ise oldukça dikkat çekici bir manzara ortaya koymaktadır.
Erkeklerin duruma özgü oldukça samimi açıklamalarınaburada yer vermeden geçemeyeceğim: "Erkeğin boşa giden yüzbinlerce potansiyel evladının yasını tutmasıdır", "His merkezi testislerde olan bireyler için kaçınılmaz durum.Hayatın tekrar anlam kazanması sperm üretim hızına bağlıdır", "Erkekler için herşeyin anlamsızlaştığı an, varoluş sebebinin kalmaması nedeniyle yaşanan kısa süreli bir yıkım", "Sperm soykırımı depresyonu".
İngiliz bilim adamları boşalma sonrası artan bir hormon nedeniyle erkeklerin seksten başka şeyler düşündüğünü keşfetmişler. Bu durumun sekse ara vermeyi sağladığı için kişi yeniden sekse hazır hale gelene kadar onu koruyan bir
Murathan Mungan'ın sımsıcak sözleri, Levent Yüksel'in muhteşem yorumu ile nefis bir şarkı çıkmış ortaya. Mutlaka dinlemişsinizdir diye düşünüyorum. Aşkla beslenen şairler de yeni nesil ilişkilere baktıkça umudu yitiriyor anlaşılan. Şarkıya odaklanırsanız umudun kaybolmaya başladığı ama aynı zamanda içinde umudu barındırdığı ikircikli duyguyu hissedersiniz, hepimizin şimdilerde hissettiği gibi...
Sokaktan geçen kime sorsanız;
"Nerede o eski aşklar"
"Artık kimse uzun süreli ilişki istemiyor"
"Erkekler cinsellik peşinde"
"Artık kızlar da erkekler gibi yaşıyor"
"Aşk eşittir kısa süreli seks oldu" gibi serzenişleri duyacağımıza neredeyse eminim.
Kadınlara sorarsanız "Ortalıkta doğru düzgün erkek yok", erkeklere sorun onlar da "Doğru düzgün kadın yok" diyeceklerdir. Son zamanlarda bu konu terapi seanslarında da sık sık gündeme gelmektedir.
Konuşulması en zor konulardan biri hiç kuşkusuz. Konunun mağdurlarının da konuşamadığı için giderek büyüyen bir toplumsal yaradır çocuklara yönelik cinsel istismar. Yara kanayan bir yara.. İnsana karşı yapılan her türlü suç sağlıklı insan aklının kabul edeceği bir şey değil elbette ancak bütün değerlerimizin, inançlarımızın ve duygularımızın derinden sarsılması kuşkusuz mağdurun "çocuk" olmasıyla yakından ilgilidir. Gözümüzden sakındığımız, öpmeye kıyamadığımız, geleceğini oluşturmak adına dişimizi tırnağımıza taktığımız, canımız, ciğerimiz çocuklarımız.
Adalet Bakanlığı Adli Sicil İstatistik Müdürlüğü'nün 2008 yılındaki verilerine göre Türkiye'de bir yılda açılan 15 bin taciz davası olduğunu ancak bu rakamın Türkiye'deki toplam taciz suçunun % 10'unu oluşturduğunu yani % 90'ının adli makamlara yansımadığını ortaya koymuştur.
Araştırmalar ülkemizdeki cinsel tacizlerin % 90'ının mağdurun yakın çevresi, istismara uğrayanın % 85'inin kız çocuğu olduğunu göstermektedir.
Bir yıl içindeki
Çağan Irmak' ın "Prensesin Uykusu" filmini izlediniz mi? İzlemediyseniz gidin ve izleyin derim. Sürekli gülümseyen adam "Aziz" in komşusu küçük kızla olan masalsı ilişkisini anlatan filmde, biz de küçüklüğümüzün mucizeler yaratan masal kahramanlarıyla tekrar buluşuyor ve o büyülü dünyaya geçici de olsa giriveriyoruz.. Filmde kafasına yediği darbeyle uzun bir uykuya dalan küçük kızın iyileşeceğine inancını hiç kaybetmeyen "Aziz" in kızın günlüğüne yazdığı dileklerini bıkmadan, vazgeçmeden gerçekleştirmesi konu ediliyor.
Çok genç olanlar için değil belki ama çoğumuzun bilinçdışında iyilerin kazandığı, mutlu sonla biten "Yeşilçam" filmlerinin izleri vardır. "Prensesin Uykusu" da benzer bir tat bırakıyor insanda. Bu nedenle filmden hoş duygularla ayrılmama şaşırmamam gerek.
Hepimiz hayatımıza dair mucizevi birşeylerin olabileceğini ve görünür bir gelecekte arzu ettiğimiz bir şeyin karşımıza çıkıvereceğini gizliden veya
insanoğlu tam bir bağımlılık durumunda doğar. Daha ceninken göbek bağıyla anneye bağlıdır. Dünyaya geldiğinde bu bağ koparılsa da hiçbir zaman kendisini dünyanın "göbeğine" fırlatan anneden tam anlamıyla bir ayrılma yaşayamaz. Her insanda bir ölçüde bağımlılığın izlerine rastlanması doğaldır. Ancak bazı kişilerde bu eğilim aşırıya kaçarak kişi için olumsuz sonuçlar doğurur. En çok da aşka düştüğünde gösterir kendini. Sürekli bölünen uykular, yürekte kuş kanadı çırpınmalar, yakıcı sorular-sorgulamalar, endişeler, kaygılar.. İlişkisinin bozulma endişesidir bu. Çünkü "yalnızlık" "Yok olma" yla eşdeğerdir. Bağımlı kişiliğin daha baştan "Ben sevilecek biri değilim ki" düşüncesiyle başlayıp, "Benden sıkılacak" şeklindeki iç sesini artırarak, "Beni terkedecek" noktasına gelen kehanetleri bir süre sonra "Kendini doğrulayan kehanete dönüşüverir". Peki ne oluyor da kişi bir başkasının desteğine "bağımlı" bir şekilde yaşamak zorunda kalıyor?
Hangi yaş grubunda olursa olsun, yakın çevrenizdeki erkeklerden duymuşsunuzdur; "Kadınlar çok karmaşık", "Kadınları anlamak mümkün değil" "Karım benden ne istiyor çözemedim" "Bana niye kızgın anlamadım" türünden cümleleri. Kadınların erkeklerin kafasını karıştırdığını doğrulayan tezler ise Psikanalizin iki önemli isminden biri olan Freud'un kadına "Karanlik Kıta" ikinci isim Lacan'ın ise "Kadın bilinemez, belirlenemez" demesidir. Belli ki konunun üstadları da çok kafa yormuş kadını anlamaya. Kaldı ki Atatürk gibi bir şahsiyetin "Nice savaşlar yönettim ama bir kadını yönetemedim." demesi de oldukça çarpıcı değil mi?"Karanlık Kıta" da yolumuzu bulmak çok zor anlaşılan..Bununla birlikte yukarıda ismini verdiğim iki ustadan da esinlenerek aşagıda yazdıklarım size de tanıdık gelebilir diye düşünüyorum.
Kadın, bir erkeğin en özel kadını olmak ister. Bunun en iyi açıklaması çok eşli ilişki yaşayan erkekleri daha cazip bulmalarında görülür. Cazip bulmalarının