Kadro açıklandığında zaten bildiğimiz bir gerçeğin bir kere daha farkına vardık; Fenerbahçe’yi ligin lideri yapan kadrodan dört oyuncu sahada olmayacaktı.
Bir, iki hadi neyse de dört oyuncu demek takımın neredeyse yarısı anlamına geliyordu; üstelik omurgayı da oluşturuyordu.
Caner gibi sezona sol kanatta damga vurmuş bir oyuncudan yoksun olmak bile tek başına eksiklik olarak değerlendirilebilecekken ona eklenenler Fenerbahçe’nin bütün düzenini alt üst etmeye yeterdi ki öyle de oldu.
Fenerbahçe’nin özellikle son beş altı, belki daha fazla maçtan beri süre gelen isabetli pas atma zafiyeti vardı ve bu yeni kadro ile birlikte isabetli pas sayısı ilk yarı neredeyse yok gibiydi.
Mehmet Topuz için bu misyon zaten birkaç sezon önce bitmişti; herkesin kenarda bekleyen Holmen’den büyük umutları vardı ancak dün bir kere daha gördük ki ya daha zamana ihtiyaç duyuyor ya da gerçekten o bölgenin adamı değil.
Caner Erkin’in etkinliği ve üretkenliği onun yerinde oynayan kim olursa olsun zaten aynısını tekrarlayamayacağından sıkıntı unsuruyken Kadlec’in asgari seviyelerde dahi katkı yapmaktan uzak kalması eksikliğin boyutlarını büyüttü.
Mehmet Topuz’la ilgili beklentilerin yok
Bir ülkede adalet ancak durumlara karşı eğilip bükülmeden ve karşılaşılan olaylar ve olgulara her şekilde aynı yaklaşımı gösterebilme düşüncesi, bilgisi, cesareti, kararlılığı ve bilgeliği ile sağlanabilir.
Buna sahip çıkan paydaşlar ne kadar büyürse adalet de o kadar güçlenir.
Dahası orada adalete konu olacak hukuksuzluk zaten olmaz!
Ancak eğer duruşunuzu delirleyen şey farklı öznel sebepler olursa o zaman aradığınız şey pragmatizm olur.
3 Temmuz operasyonu, süreci ve davası ısrarla “Fenerbahçe ve Aziz Yıldırım” üzerinden konuşulmaya çalışıldı.
Bunun nedenlerini defalarca kere ve en son hafta içinde yazdığım yazılarla anlatmaya çalıştım.
Fenerbahçe ve Aziz Yıldırım ülkemizde son 20-25 yıl içinde sistemli bir biçimde belli bir algının içine yerleştirildi.
Aziz Yıldırım öncesinde Ali Şen vardı ve yıllarca takımın kazandığı penaltıları hakemleri ayarlamak suretiyle elde ettiğine dair kamuoyunda güçlü bir yargı oluşturulmuştu.
Kime neye göre hak vereceğimizi şaşırdığımız iki maç ve sadece tek üç puan üzerinden yapılan eşleşmede son gülen Beşiktaş oldu ve ortada duran ödülü de alarak ligin yeni atmosferine uygun bir şekilde konumlandı.
Bir futbolcu kendi takımına nasıl zarar verir sorusunun cevabıdır Donk’un ilk maçta yaptığı; rakip oyuncu tehlikeli bölgeden uzaklaşırken elindeki cismi rakibin oynadığı topa fırlatması sonrasında yarattığı kaos ile.
Donk böyle kirli oyuna başvurmasa zaten iyi oynadıkları maçtan üç puanı alacak böyle bir tekrara gerek bile olmayacaklardı.
O günkü Kasımpaşa ile bugünkü arasında en az Beşiktaş kadar fark var.
Kasımpaşa hızla hedeften ve zirveden uzaklaşırken Beşiktaş onun terk ettiği yeri dolduruyor.
Beşiktaş dünkü maç olmasaydı da bu çıkışını gösterecekti zirve ile arasında 5 değil de 8 puan olacaktı; ancak ne fark eder?
Galatasaray, Fenerbahçe ile dört puanlık farka rağmen ligin seyrinin kendi ellerinde olduğuna inanmaya başlamışken Beşiktaş’ın bunun tersini düşünmesine neden olacak bir şey olabilir mi? Hele çok daha dengeli ve olgun bir oyun anlayışıyla futbol oynamaya başlamışken?
Hiç kuşkusuz bu durum çok daha iştah açıcıdır.
Gökhan Gönül diyor ki; “yorumculardan da artık Fenerbahçe aleyhine verilen kararları konuşmalarını bekliyoruz.”
Bu ortamda böyle beklenti boşunadır. Araya serpiştirilmiş bir kaç yazar dışında konuları onun istediği gibi yorumlayacak kişi yok spor medyasında; böyle bir gündemleri de yok.
Hayatın dengesini kaçırmamak gerekiyor. Bu felsefeye her zaman inandım ve bu doğrultuda hareket etmeye gayret gösterdim.
Yaşamın kendisi zaten güç iktidar hesaplarıyla adaletsizlik üzerine kurulmuş ve bilimsel yasalarla da bu formülüze edilmiş durumdadır.
Kütleniz kadar çekim alanı yaratırsınız.
Bireyler tek başlarına kalabalıkların içinde bir değer olarak ayrıca kendisini ifade etmelidir, kaybolmamanın ya da sürüklenmemenin ön koşuludur bu ancak aynı zamanda toplumsal bir varlık olduğunu da unutmamalıdır. Örgütlü olmak ve birlikte hareket etmek kütleyi büyüten, genişleten ve haliyle de çekim alanı yaratan bir gerçekliktir.
Bizlerin çocuk olduğu 70’li yılların ortalarında Türkiye’de bir Fenerbahçe gerçeği vardı.
1980’li yılların sonlarına doğru bu gerçeği Yalçın Doğan Cumhuriyet Gazetesi'nde yayınladığı
Futbolun basitliğinden söz ederiz ya bazen zordur, anlamak, konuşmak, değerlendirmek; çoğunlukla futbol futbol değildir çünkü.
Futbol bazen bir kurgudur ve siz o kurguyu hem bilirsiniz hem de futbol konuşmak istersiniz.
Kurgun bu kadar açık ve net olarak çıktığında da bir kurban verirsiniz ki meselenin arka planında olan şeyin devamı sağlansın.
Mesele Yunus Yıldırım falan değil; çünkü ona hakemliği bıraktırıp eğer gözlemci, temsilci hatta yorumcu payesi verip, on sene sonra da MHK Başkanı yaparsanız sistemin on yıllardır süren düzeninin devamına katkı sağlarsınız.
Aynen bütün sezonu Anelka’nın olmayan eliyle oyalayıp, temizeller pankartlarıyla sahaları kirletip, son hafta da paketleyip Fenerbahçe’nin elinden alıp, bir de “Appiah o golü kaçırarak ligimizin namusunu kurtarmıştır!” deme yüzsüzlüğü göstermede olduğu gibi…
O son rezil maçı yöneten hakem bugün televizyonlarda, kendisine verilen köşelerde hakemlik dersi veriyor. Sanki kendisi zamanında doğru hakemlik yapmış gibi.
“Yunus Yıldırım lime lime Fenerbahçe’yi doğradı” diye hakem çok değil sekiz sene önce daha büyük bir skandal maça izin veren.
Ne değişiyor?
Geçen hafta Ertuğrul Sağlam Eskişehir’den kalkıp, İstanbul’a gelmiş, bir hafta sonra karşılaşacağı takımı yerinde görmek istemişti.
Daum’un Bursaspor’u Galatasaray’a karşı ilk 30 dakika öyle açık ve dirençsiz bir oyun sergilemişti ki bu boşlukları etkili oyunla dolduran sarı kırmızılılar hem farkı yakalamış hem de rakibi sahadan silmişti.
Ertuğrul Sağlam gibi bir teknik direktörün elbette bunu doğru şekilde etüt ettiğini düşünmek durumundayız.
Ancak Eskişehirspor da Bursaspor gibi oynamayı tercih edince ortaya yine kısa sürede çözülen bir sonuç çıktı. O zaman ister istemez Ertuğrul Sağlam’ın geçen hafta maç izlemek yerine Fenerbahçe galibiyetinin keyfinin yarattığı sarhoşluk içinde olduğu sonucuna varıyoruz.
Hafta içinde istatistiksel veriler çıktığında bunu daha iyi görme ve karşılaştırma şansımız olacak elbette.
Bienvenu’nün Alves’in anlaşılması güç hatası sonrasında attığı gol dışında nasıl bir etkinliği vardı ki üstelik Arena’da Galatasaray’ın karşısına sürmüştü?
Şu bir gerçek ki geçen hafta Fenerbahçe kendi bireysel hatalarının kurbanı olarak atamadığı için yenilmişti, bu yanılgı Eskişehirspor’a dün akşamki mağlubiyeti getirdi.
Eskişehirspor tarafı böyle, ya k
İki hafta önce Galatasaray’a karşı izlediğimiz Gaziantepspor’la hiçbir ilgisi olmayan bir takım vardı sahada; hafta içinde futbolumuzun standartsızlığından söz etmiştim. Böyle bir ortamda kimin nasıl top oynayacağını kestirmek kolay olmuyor.
Gaziantepspor’un etkinliğini artıran unsurlardan en önemlisi Galatasaray’ın deplasmanlardaki defansif futbol anlayışıydı.
Oysa dün gördük ki eğer Galatasaray biraz zorlasa buradan üç puan alıp İstanbul’a dönebilirmiş.
Beşiktaş gibi…
Beşiktaş’ın futbolunun olgunlaşmasıyla ilgili olarak geçen hafta bıraktığımız yerden konuşmaya devam edelim mi?
Beşiktaş çok koşan, mücadele eden ancak buna bir akıl ekleyemeyen bir futbol oynuyordu ligin ilk yarısında. Akıl olmayınca ne yaptığını bilmeyen bir şey oluyor oyun ve eğer çok da koşmuyorsan bu sefer işler sarpa sarıyordu.
Geçen hafta sakin ve olgun bir takım çıkarmıştı Bilic sahaya; dün bunun üzerine biraz daha koymuş bir kadro gördük.
İlginç olan şey Fernandes’in yedek soyunduğu, Oğuzhan’ın da solda kilitlendiği oyunda Beşiktaş’ın sahadaki aklı Atiba’ydı.
Gösterişli galibiyetler her zaman hava yaratır, bir vizyon verir. Büyük takımlara karşı kazanılan maçlar takımın kendine olan güven duygusunu sağlamlaştırır.
Galatasaray artık yeni bir takım; Fatih Terim döneminin üzerinden oldukça zaman geçti.
Sezon başı yaşanan travma takım olarak bir bocalama, sendeleme yarattı bu çok normal olan sonuçtur. Büyük takımların bu sükuneti önemlidir. Çünkü onların diğerlerinde hiçbir zaman olmayan alternatif planları vardır.
Galatasaray peş peşe gelen puan kayıplarını içerideki kargaşaya dönüştürmüş olsaydı muhtemelen bugün aynı çizgide bulunamayacaktı.
Başkan Aysal’ın Fatih Terim hamlesi çok doğruydu. Sürecin nasıl yönetildiği konusunda farklı görüşler, anlayışlar, tartışmalar olabilir, her fikrin kendi açısından önemli bakış açıları da var. Ancak Fatih Terim ile devam edebilmek o şartlar altında sezonunun kaybedilmesi anlamına gelebilirdi.
Mancini, tam bir spor adamı; kendine göre bir futbol felsefesi var. Dışarıdan baktığınızda bunu hissedebiliyorsunuz; ben bunu ligimizin bir çok teknik direktöründe göremiyorum. Başta Fatih Terim olmak üzere.
Oysa Mancini bunu size duruşu, bakışları, sahaya müdahalesi, farklı şeyler denemesi, hatta