Fenerbahçe Ülker kazanmak dışında hiçbir şansının olmadığı karşılaşmayı son topa bırakarak zor da olsa aldı ve üç yenilgi ile başladığı TOP16 grubunda 5/5 yaparak çeyrek finale yükselmeyi kalan dört maça taşımış oldu.
Her maç final oynuyor ancak bir adım öne geçebilmek en azından eşitlik halinde çok önemli rakibi olan Panathinaikos’u devre dışı bırakabilmek adına haftaya Yunanistan’da mutlak surette kazanmak zorunda.
Mümkün mü; takımın başında Obradoviç olduğu için şans Fenerbahçe Ülker’den yana diyebiliriz.
Karşılaşma öncesinde Unicaja Malaga 9 maçta 5/4 galibiyet ile temsilcimizin bir maç önündeydi. İlk maçta elde ettiği 14 sayılı avantaj zaten kapatılması çok zor olduğundan maçı kazanmaya konsantre olmak çok daha ulaşılabilir bir hedefti.
Zaten maçı izlediğimizde kazanmanın bile ne kadar çetin bir mücadele sonucu alınabileceğini de tecrübe etmiş olduk.
Fenerbahçe Ülker bireysel anlamda bakıldığında rüya gibi görünüyor; ancak sezon başından bu yana nasıl oluyorsa en doğru beş bir türlü sahaya çıkamıyor.
Her beşin içinden mutlak surette lider bir oyuncu sivriliyor olsa da onun yanına ikinciyi yerleştirmede artık başarı mı diyelim yoksa şans mı, sonuç alınamıyor.
Salı sabahı gündemimize düşen Berkin Elvan’ın ölüm haberi açıkçası bir çok şeyin konuşulmasını anlamsızlaştırdı. Hiçbir konu 15 yaşındaki bir canın aramızdan ayrılması kadar önemli olamaz.
Türkiye’nin de imza attığı BM Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin 6. Maddesinde şöyle tarif ediliyor;
1. Taraf Devletler her çocuğun temel yaşama hakkına sahip olduğunu kabul ederler.
2. Taraf Devletler çocuğun hayatta kalması ve gelişmesi için mümkün olan azami çabayı gösterirler.
Kuşkusuz burada altı çizilmesi gereken şey, hayatta kalmayı tartışamayacağımıza göre, çocuğun gelişimidir.
Türkiye’nin en temel sorunu çocukların hayata hazırlanması, gelişimi; ruhen, fikren, zihinsel ve bedensel olarak tam bir birey haline getirilmesinde yaşanan ilgisizliktir.
Ülkemiz genç nüfusa sahip olmayla sürekli övünürken onların nasıl yetiştiriliyor olduğu çoğunlukla ortam, fiziki koşul ve şartlarının niteliği ve niceliğiyle belirlenmektedir.
Onları anlamak yerine hesap sormak; konuşmaktansa görevlerini tebliğ etmek, standartlarıyla ilgili beklentilerini sürekli ertelemek, ilgisiz başka yönlere doğru yönlendirmek sanki başka alternatif yokmuş gibi genel yöntemler olmuştur.
Kazanmak için ayakta kalmayı başarmanız gerekiyor. Ayakta kalmak için de hem güçlü olmanız hem de bunu aklınızla kontrol etmeniz çok önemli bir ayrıntıdır.
3 Temmuz’dan kısa bir süre sonra medya Fenerbahçe’nin bütün spor branşlarının dağıldığını, hatta kapatıldığını yazmaya başlamıştı. Çünkü beklenti o yöndeydi. Zaten başka türlü ne olabilirdi ki?
Bir kulübün başına gelebilecek en büyük felaket buydu.
Kuşkusuz Fenerbahçe haksız olmuş olsaydı, kendisine isnat edilen suçları işlemiş olsaydı darmadağın olurdu.
Oysa ortada başka bir şey vardı ve hem Fenerbahçe hem de taraftarı bunun ne olduğunu çok iyi biliyordu.
Kulüp sanıldığından çok daha sağlam temeller üzerine inşa edilmişti, dağılmak bir yana kendisini yeniden ayağa kalkabilecek bütün altyapıya sahipti.
Herkesin ortak görüşü şuydu; her ne ile suçlanıyor olunursa olunsun bunun cevabı sahada verilecektir.
Fenerbahçe’nin son üç yılı takip edilirse gerçek bir direnme, üzerine yakıştırılanı reddederek, tersini ispat etme üzerinedir.
Karşılaşmanın son dakikasında gelen gol sonrasında Beşiktaşlı oyuncuların taraftarlarıyla kucaklaşmaları, yaşadıkları sevinç görüntüleri görülmeye değer türdendi.
Bu futbol oynamanın çok zor olduğu bir stadyumda alınmış zor galibiyetin yarattığı gerilimin boşalma anıydı.
Beşiktaş’ın bu sene işi gerçekten çok zor. Her türlü zorluk bir yana mühendisliğin en kötü hesaplamalarından biri olan Olimpiyat Stadyumu’nun kötü şartlarıyla da mücadele etmek zorunda kalıyor. Burası gelen konuk takıma mı yoksa Beşiktaş’a mı deplasman duygusu yaratıyor gerçekten tartışmaya açık bir konudur.
Elbette bütün bu duyguyu, zorluğu en fazla Beşiktaşlı oyuncular hissediyorlar. Saha şartları ortada peki Beşiktaş’ı zorlayan diğer etkenler neler?
Görünüyor ki Beşiktaş’ta kazandıran oyuncu eksikliği var.
Bir gün önce izlediğimiz Galatasaray’da bir tarafta Mancini’nin kendisi başlı başına bir kazanan gibi dururken diğer tarafta saha içinde sonuca direkt olarak etki eden Sneijder, Drogba, Burak, Melo ve hatta Telles tipindeki oyuncular önemli fark yaratıyorlar.
Beşiktaş bu eksiğini sezon başından bu yana total bir takım olarak aşmayı başarıyordu. Bunun için de kalecisinden tutun da kenarda
Karşılaşma öncesindeki genel tahminim Galatasaray’ın bu maçı çok kolay kazanacağı yönündeydi. Öyle de oldu; neden mi?
Mancini çok tipik bir İtalyan, kontrolü seviyor, daha çok dengeli ve kademeli oynamaya gayret gösteriyor. Bu nedenle de risk alan oyuncuya karşı tahammülü yok. Takım oyunun parçası olmaya çalışan her oyuncuya şans ve fırsat tanıyor.
Takımının önce rakibi anlamasını, boşlukları bulmasını istiyor, sonra da en küçük hatayı değerlendirecek atak organizasyonlarını deniyor.
Akhisar Belediye, aynen Bursaspor, Eskişehirspor dengi bir takım havasına bürünmüş. Hamza Hamzaoğlu hem ligdeki pozisyonu hem de oynadığı iyi futbol ile kendine güvenen bir takım yaratmış. Haksız da değil; Trabzonspor’a karşı alınan gösterişli sonuç, özellikle kendi sahasındaki başarısı bunu destekleyen bir şeye dönüşüyor.
Ancak…
Böyle anlayışa sahip takımlara karşı Mancini çok rahat maç kazanıyor.
Akhisar ilk on dakika maça öyle başladı ki Galatasaray diğer yarı sahaya bile geçerken zorlandı. Bu oyun deplasman takımının sahaya yayılmasını da etkiledi. Alanlar arasındaki boşluklar arttı.
Ve bir başka şey daha gördük; Akhisar’ın savunmasının sağı ve solu bomboştu. Bununla kalsa iyi özel
Mancini ile ilgili sürekli söylediğimiz bir şey var; tekrar ediyoruz çünkü o her maçta bununla ilgili başka verileri devreye sokuyor.
Öncelikle şu tespiti yapalım; Mancini’nin kadrosu Rizespor’u futbol yönünde rahatlıkla yenmiştir.
Önce Umut’un, sonra Sneijder’ın kaçırdığı goller normal şartlarda golle sonuçlanması gereken pozisyonlardı.
Ancak her iki oyuncu da kendilerinden beklenmeyecek derecede kötü vuruş yaparak çerçeve ile ilgisi olmayan tercihler kullandılar.
Zaten bu kaçan iki gol Rizespor’un golünün metafiziksel sonucunu ortaya çıkardı; sanki atamadıkları için yediler!
Elbette yok böyle bir şey, ancak futbolda sonucu küçük ayrıntılar belirliyor; Galatasaray’ın golü öncesinde korner atışı sırasında bütün Rizespor savunmasının durması ve tepkisiz kalması gibi…
Gelelim, Mancini’nin tercihlerine…
Drogba’yı İstanbul’da bırakmak önemli bir hamleydi. İtalyan teknik direktör eğer Drogbasız bir oyun düşünüyorsa kesinlikle buna saygı duymak gerekiyor ve böyle bir fikri varsa aynı paralelde olduğumu belirtebilirim; ancak sezonunun bu noktasında böylesi bir hamlenin akla yakın gelmediği de ortadadır.
Bir takımın dengesini bozmak isterseniz onun üzerinde spekülasyon yapar, polemik yaratırsınız.
Bunu sağlamanın kaç çeşit yolu vardır?
Akla gelecek en bilindik, çarpıcı araç hakem hatalarıdır.
Hakemler hata yapar elbette; dün olduğu gibi bugün de olacak yarın da; ancak hatalar bir algı yönetiminden kaynaklanıyor ve genel anlamda “bilinçli” şartlı reflekse dönüşüyorsa burada artık tek taraflı etkilenme söz konusu değildir, devreye bütün bileşenler girmiştir.
Fenerbahçe ve hakemler karşı karşıya gelmiş olur ki bu zaten içinden çıkılması çok daha zor bir problemdir.
Bu kadarla bitiyor mu?
Keşke öyle olabilse!
Gençlik yıllarımızda olduğu gibi…
Üst düzey bir ligde oynuyorsanız rakibinizle sonuna kadar mücadele etmesini biliyor olmanız her şeyden önemlisi ayakta kalmanız gerekiyor.
TOP-16’nın ilk maçında Yunanistan’da Fenerbahçe Ülker değil ayakta kalmak basketbolun en temel özelliklerini unutmuş gibi oynamıştı. Peşinden Barcelona eşleşmesinde de bu sefer sahasında sonunu getirememişti.
Peş peşe gelen bu iki yenilgide Fenerbahçe Ülker’in geçen seneyi andıran bir görüntüye bürünmesi taraftarını çok endişelendirmişti.
İşte TOP-16’nın ikinci yarısında eksiklerini gidermiş tam bir Euroleague takımı niteliği ile çıktı Olympiakos karşısına.
Rakibin en etkili ve tam bir sihirbaz olan oyuncusu Spanoulis’in oynamıyor oluşu çok önemli bir fırsattı.
Olympiacos kusursuz bir geri dönüş takımı; hiçbir zaman oyundan düşmüyor. Son iki sezonun Euroleague şampiyonlukları işte bu şekilde gelmişti; çünkü Avrupa’da başka hiçbir takım onlar kadar inatçı, iradesini teslim almak kolay değil.
Kendilerine güvenleri o kadar üst seviyede ki Spanoulis’in yokluğunda oraya başka bir lider koyabiliyor.
O oyuncu önce Perperoglou oldu, peşinden Sloukas eklendi; Printezis ve Dunston ile de yardımcı olmaya çalıştı.