Fenerbahçe maçlarını bir anlamda ilk yarının son dakikalarında bulduğu gollerle kazanıyor olabilir ancak bu goller aynı zamanda futbol olarak da her şeyin sonu oluyor. Genellikle ikinci yarılara keyif veren, izlenmesi gereken bir tablo kalmıyor.
Dün gece de gole kadarki bölümde Fenerbahçe'nin takım halinde sahaya iyi yayılışı ve hücum anlayışını izledik.
Farklı bir şeyler olduğu da bir realiteydi.
Ozan, Van Persie'ye öyle bir top attı ki eğer o pozisyon gol olsa sezonun en iyi organizasyonlarından biri olarak kayıtlara geçerdi. Ancak Hollandalı bitiremedi. Her ne oluyorsa bu yıldız oyuncular ülkemizin havasını solumaya başladıklarında onları ayrıcalıklı yapan niteliklerini kaybediyorlar. Ozan yaşı ve tecrübesiyle orantısız ne kadar kusursuz bir gol pası vermişse aynı şekilde Van Persie ismiyle çelişecek şekilde pozisyonu harcadı.
Dün de konuştuk, kaldığımız yerden devam edelim.
İspanya karşılaşmasının hedef maç olmadığı yönünde bir taktik yorum gelmişti. Peşinden takımın Almanya’ya hazırlandığını öğrendik. Bu bilgiden yola çıkarak Sırbistan eşleşmesinin de hedef maçlar arasında olmadığı sonucuna ezberden ulaşmak mümkün olur.
Hele Ergin Ataman’ın maçın idaresini “küserek” Ufuk Sarıca’ya bıraktığı göz önünde bulundurulduğunda buna biraz daha yaklaşabiliyoruz.
Hedeflemediğiniz maça asılmıyorsunuz, mücadele etmiyorsunuz.
Mücadelenin özeti nedir? Basket atamayabilirsiniz, hücumda başarılı olamayabilirsiniz ya savunma? Eğer rakibi karşılarken o hırsı, arzuyu göstermezseniz geriye böyle açık farklar kalır.
Pota altınızda çok büyük bir delik açılır ve her yuvarlanan top içine düşer, sayı olur. Rakibiniz rahatladıkça daha isabetli şutlar çeker. Tüm sportif başarıların geri planında yatan gerçek budur.
Takımlar arasında belirgin anlamda bu kadar açık farklar olmadığını biliyor, görüyoruz.
Maç sonu istatistiklere baktığınızda da bu ortadadır.
Nasıl bir kura düzenidir bilemiyoruz Avrupa Şampiyonası’nda içinde bulunduğumuz B Grubu sanki tüm seri başı ülkelerin özellikle bir araya getirildiği bir organize iş gibi. İzlanda’yı bir kenara koyarsak, diğer beş ülkenin hepsi son dörde kalmayı hak edecek güce ve performansa sahip.
Dahası bizim de bu grupta bulunuyor oluşumuzdur.
Bunun çok büyük bir dezavantaj olduğuna kuşku duymamakla birlikte kendi gücümüzü test etmemiz bakımından bir eşik olduğunu da düşünüyorum.
Milli Takımımız neresinden bakarsanız bakın yepyeni bir jenerasyon ve oluşum.
2006’da Japonya’da katıldığımız Dünya Kupası’na da Tanyeviç gençlerden kurulu bir takımla gitmişti ve sürpriz sonuçlara imza atmış, turnuvanın en renkli takımı olarak da akıllarda yer etmiştik.
Sonrasında karakteristik özelliğimiz olan inişli çıkışlı bir grafik izleyerek nihayetinde 2010’daki Dünya ikinciliğine kadar uzanmıştık.
Bu takımın da ağabeylerinden çok farklı olduğunu göremiyorum. İşte temel mesele de bu eşiği aşacak, başka bir anlayışa ve spor aklına dönüşecek süreci de bu turnuvada gerçekleştirebilmektir.
Dün İspanya’yı kafa kafaya oyun sonrasında yenen İtalya galibiyetiyle başladığımız grup maçlarında taktiksel ol
Letonya karşısın da %30’a %70’lik topla oynama üstünlüğümüz oluşurken, 11’e 4 isabetli şut ve başarılı pasta da 550’ye 180 gibi çok yüksek bir istatistik oluşturup, 1-1 berabere kaldık.
Hollanda maçındaki istatistiklerimiz; %68’e karşı %32 topla oynama, isabetli şutlar 4/4, başarılı pas 180/450 Hollanda üstünlüğü.
Sonuç 3-0!
Bu sayısal verileri ortaya koyup hangisinin doğru sonuç olduğunun cevabını aramıyoruz, yanlış anlaşılmasın.
Fatih Terim önceki gün maçla ilgili yaptığı basın toplantısında “turnuvalara katılmak için göreve gelmedim; turnuvaya gidip, gidememek ülkenin futbolda konuşacağı en son konu. Futbolu doğruya, ideal tarafa çekmek için buradayım” mesajını Letonya karşılaşması sonrasında yaptığımız “neredeyse 10 senedir bu takımın başında ve hala hakemleri konuşuyor”(*) yorumuna karşı veriyordu sanki.
Ne demek istediğini çok iyi anlıyoruz da bunun karşılığını ne futbolumuzla ilgili yapılan planlamalarda ne liglerimizde ne de milli takımımızda görüyoruz.
Dört gün arayla yapılan iki karşılaşmanın istatistiği de bize bu istikrarsızlığı, devamlılık sorununu net olarak ortaya koyuyor.
Dışarıdan baktığınızda çok koşan, mücadele eden, çabalayan, kazanmayı arzulayan ve bunun için de elinden geleni esirgemeyen bir takım görüyorsunuz.
Sonra da maçın sonunda “olmayınca olmuyor” diyorsunuz.
İşte bu olmuyor!
Mesele niyetinizde değil, bunu nasıl yapıyor, başarmak için ne düşünüyor ve planlıyor olduğunuzda düğümleniyor.
Yıllardır Fatih Terim takımlarını izliyoruz. Ne oynattığını anlayabilen var mı? Hadi kendimi geçtim, böyle bir iddiada bulunmaya boyum yetmez; 2008 ‘deki Avrupa Şampiyonası sırasında birçok ülkenin teknik direktörleri özellikle ne demişlerdi?
"Türkiye’nin futbolunu anlayamadıkları için ne önlem alacaklarını bilemediklerini" itiraf etmişlerdi.
Biz de bununla gururlanmıştık. Çok önemli bir iş yapıyor olduğumuzu sanmıştık.
90+5+2’de gelen ve başlama vuruşu yapılmayan gol sonrasında Antalyasporlular haklı bir şekilde hakeme koşuyorlardı; anlatmaya çalıştıkları şey; “bütün maç boyunca Fenerbahçeli futbolculara çok daha sert müdahalelerde bulunduk, oyunu devam ettirdin, Diego’nun yere düşüşüne nasıl faul verirsin Hocam?”
Transfer sezonunda Fenerbahçe peş peşe dünya yıldızlarını kadrosuna katarken, ben de Twitter’dan şu yorumu yapmıştım.
“Van Persie geliyor, dünya yıldızını yine aynı kişiler yorumlayacak, beğenmeyecek, burun kıvıracak!”
Eksik kalmış!
Bunca dünya yıldızı ile kadronu doldursan ne yazar, çünkü maçları yöneten hakemlerinin standardı da bu işte.
Futbolu bilmeyen, anlamayan, pozisyon sezgisi ve bilgisi olmayan, yüreksiz daha da kötüsü vicdansız bu hakemlerle futbol ancak Rus ruleti gibi bu kadar oynanabilir.
Maç boyunca bütün kararları Antalyaspor lehine çalarken, son anda öyle bir karar verdi ki maçın skoru değişiverdi.
Yunanistan’ın 3 Temmuz’u olarak kabul edilebilecek Olympiakos Başkanı Marinakis’in şike yaptığı gerekçesiyle yargılanmasından hareketle Panathinaikos’un Şampiyonlar Ligi’ne direkt katılma talebinin UEFA ve CAS tarafından reddedilme gerekçeleri bize aynı kurumların Fenerbahçe’ye karşı gösterdikleri sıfır tolerans vurgusunu hatırlattı.
Mahkemenin sonuçlanmamasından dolayı kararın bu yönde çıkarıldığı bildirildi. ‘Yeterli inandırıcılık’ olana kadar kesin delillerin beklendiği dile getirildi. Ayrıca Yunanistan Futbol Federasyonu’ndan giden belgelerde polis tapelerinin 3. şahısların konuşmasından dolayı yeterli bulunmadığı, savcı iddianamesinin kesin sonuca varmadığı ve halen iddia boyutunda olduğu anımsatıldı. Gazete, internet ve televizyon kupürlerinin ise resmi bilgiler olarak görülmediği kaydedildi. (*)
Oysa daha iddianame bile ortaya çıkmamışken Fenerbahçe’nin 2011-12 sezonunda Şampiyonlar Ligi’ne katılması UEFA’nın güçlü baskısı sonucu engellenmişti.
3 Temmuz’un içeride ve dışarıda nasıl büyük bir hile ve fesatla oluşturulmuş kumpasın kanun tanımaz bir işbirliği olduğunun o kadar çok göstergesi var ki, say say bitmiyor.
3 Temmuz süreci Türkiye’de
Rizespor karşısındaki Fenerbahçe ile dün gece Atromitos ile mücadele eden takım arasında nitelik bakımından dağlar kadar fark vardı; peki neydi bu kadar belirleyici özellik?
İlk akla gelen Rizespor ile Atromitos karşılaştırması olabilir belki ancak kim çıkıp Yunan temsilcisinin Rizespor’dan daha güçsüz ve donanımsız olduğunu rahatça iddia edebilir ki?
Kuşkusuz iki takımın Fenerbahçe’ye karşı yaptıkları mücadelede belirgin farklılıkları olduğunu da söyleyebiliriz; ancak Fenerbahçe’nin kadro, yerleşim, oyun ve taktik anlamda ön plana çıktığı çok daha net bir gerçekliktir.
Daha karşılaşmanın başında Şener’in sağ taraftan bindirmeleri, Van Persie’nin Fernandao’nun hemen arkasında ancak Şener’e yakın şekilde maça başlamaları önemli bir detaydı.
Hatta sezon başından bu yana Diego ve Nani’nin ikiz gibi birbirine benzer oyun anlayışlarıyla orta alanda yaratıcılıktan uzak ve takımı yavaşlatan futbollarına dikkat çekmiştik. Oysa Pereira dün gece bir müdahalede daha bulundu ve maça Nani’ni sol çizgiye yaklaştırarak başladı.
Tabii bu kadarla da kalmadı; Topal ile Souza’nın tandemlerini bozdu; böylece Diego orta alanda tek başına kalmazken, yanına Souza’yı yaklaştırıp, Mehmet